Adbilim

Adbilim, gösterilenden ya da kavramdan kalkarak anlatımı, gösterilenin bağlandığı gösterenleri inceleyen anlambilimsel araştırma.

Bir kavramdan kalkarak, o kavramı karşılayan işaretleri araştırmaya dayanan anlambilimsel incelemeye adbilim denir. Adbilim, kavrambilimin yaklaşımına karşıt bir yoldan anlam olgularını ele alır. Örneğin "zorluk" kavramı, Türkçede sıkıntı, engel, sorun, güçlük ile belirtilir.

Buzul Bilimi

Buzul bilimi (Glasyoloji), karalar üzerindeki buzun kimyasal niteliklerini, buzulların ve buz takkelerinin oluşumunu ve dağılımını, buzulların devinimini, buz birikimiyle iklim arasındaki etkileşimi inceleyen bilim dalıdır.

Pedoloji

Pedoloji, toprakların yapısını, oluşumunu, dağılışını inceleyen ve topraktaki fiziksel, kimyasal ve biyolojik olaylar ile bunların ortaya çıkardığı sonuçları konu edinen bilim dalıdır.Pedoloji toprak bilimi toprak yapısı, arazi kullanımı gibi uygulamaya yönelik çalışmalara da kaynaklık eden önemli bir bilim dalıdır.

Paleopatoloji

Paleopatoloji, fosilleri ve kemik kalıntılarını inceleyerek, geçmişteki insan ve hayvan hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır. Hastalıkların geçmişteki seyrine bakarak gelecekte nasıl ilerleyeceğini anlamaya çalışır. Bu bilim dalında uzmanlaşan biliminsanlarına paleopatolog denir.

Paleografi

Paleografi eski yazı çeşitlerini ve eski yazı türlerini inceleyen bilimdir.

Tarih boyunca kullanılan alfabeleri çözerek bu alfabelerle yazılan belgelerin okunabilmesini sağlar böylece tarihi olayların aydınlatılmasına katkıda bulunur. Paleografya; bir toplumun dilini bilmek, tarihî araştırma için yeterli değildir. Dille birlikte kullanılan yazının da bilinmesi gerekir.

Mısır tarihini araştırmak için hiyeroglif yazısını, Mezopotamya tarihini araştırmak için çivi yazısını, Orta Asya Türk tarihini araştırmak için Orhun ve Uygur yazıları ile Çin yazısını, Osmanlı, İran ve Arap tarihi için Arap yazısını, Slav milletlerinin tarihi için Kiril yazısını, Avrupa milletlerinin tarihini araştırmak için de Latin yazısını bilmek gerekmektedir.

Ancak çoğu kez mesele bununla da çözümlenemez. Çünkü bu yazıların da birtakım çeşitleri vardır. Bunların her birinin kullanılış yerleri de farklıdır. Gerekli yazıların okunması öğrenilmeden hiçbir zaman ciddi bir tarihi araştırma yapılması mümkün değildir.

İşte, yazıların tanınması ve özellikleriyle ilgilenen bilim dalına paleografya adı verilir.

Paleoantropoloji

Paleoantropoloji, fiziksel ya da biyolojik paleontoloji olarak da tanımlanan bilim dalı.Paleoantropoloji insan ve bağlantılı türlerin zaman içerisindeki değişimini fosil kaynaklara dayanarak açıklar. Bhurada türler ilişkisi genetik ya da anatomik , çalışmalarında kemik kalıntıları, ayak izleri ve fosillerden yaralanırlar.

Denizcilik

Denizcilik, deniz ile bağlantısı olan tüm uğraşlara genel olarak verilen isim. Genelde, deniz taşıtlarında sefer yapmak, gemi işletmeciliği ve deniz sporlarına yönelik kullanılır.
Deniz ile ilgili bürokratik, ticaret ve akademik kurumlar ve kuruluşlar da bu terim ile anılırlar:

* Denizcilik Müsteşarlığı
* Denizcilik İşletmeleri
* Denizcilik Fakültesi

Gökbilim

Gökbiliminde, devir zaman çizgisindeki belirli bir anı tanımlar. Gökcisimlerinin koordinatları bu ana göre hesaplanır. Diğer herhangi bir andaki konumları ise söz konusu cismin hareketlerine göre belirlenir. Günümüzde yaygın olarak kullanılan devir J2000'dir ve 1 Ocak 2000 12:00'ye tekabul eder.

Zooloji

Hayvanları inceleyen bilim dalı. Biyolojinin hayvanları inceleyen dalına “Zooloji”, bitkileri inceleyen dalına da “Botanik” denir. Zooloji, hayvanları toplu olarak ele alır ve onların canlı, cansız diğer varlıklarla münâsebetlerini araştırır ve tespit eder. Hayvanların anatomisi, hücre yapısı, embriyo gelişimleri, eski çağlardan beri geçirdikleri değişiklikler, sınıflandırılmaları, genetik özellikleri, yaşayış şekilleri ve psikolojik davranışları hep zoolojinin konusudur.

Zooloji, incelediği konular bakımından birçok dallara ayrılır.


Morfoloji:
Şekil bilimi olup, canlıların dış yapısını inceler.

Anatomi: Canlıların iç yapısını inceler.

Histoloji: Doku bilimidir. Sitoloji: Hücreleri inceleyen bilimdir.

Fizyoloji:
Canlılarda bulunan organların görev ve çalışmalarını inceler.

Embriyoloji: Zigottan (döllenmiş yumurta) yavru meydana gelene kadar embriyonun geçirdiği safhaları inceler.

Sistematik: Canlıları ortak özelliklerine göre sınıflandırır.

Genetik: Canlıların karakterlerinin nesilden nesile aktarılmasını inceleyen soyaçekim (kalıtım) bilimidir.

Evolusyon (evrim):
Canlıların menşeini ve geçirdikleri değişiklikleri inceler.

Ekoloji: Canlıların yaşadıkları ortam ve birbirleri ile olan münâsebetlerini inceler.

Patoloji: Organizmanın organ ve doku bozukluklarını ve hastalıklarını inceler.

Paleontoloji: Fosil bilimi olup, jeolojik devirlerdeki hayâtı inceler.

Ziraat

İnsanlara gerekli olan giyecek ve yiyecek maddelerini temin için toprağı işleme, bitki ve hayvan yetiştirme sanatı. Hayvan yetiştirme için (Bkz. Hayvancılık). Geçmişte olduğu gibi bugün de insanlar bitkilerle çok daha yakından meşgul olmaktadırlar. Beslenme, giyinme ve endüstri bakımından bitkiler, insanların vazgeçilmez ihtiyaç kaynaklarıdır.

Târih boyunca ülkeler, yetiştirdikleri bitkilerin bolluğu veya kıtlığı ile değer kazanmışlardır. Açlık tehlikesi insanları memleketlerini terke veya savaşlara mecbur etmiştir. Bugün de hızlı nüfus artışı, dünyânın çeşitli yerlerindeki açlık problemi, ziraate daha fazla önem verilmesini gerektirmektedir. Türkiye ekonomisinin temel sektörü durumunda olan ziraat, nüfûsun büyük bir bölümüne istihdam imkânı sağlamaktadır. Ancak yıldan yıla kırsal nüfûsun genel nüfus içindeki payının azaldığı görülmektedir.

Meselâ 1960 yılında bu oran % 68.08 iken 1980’de % 56.47’ye düşmüştür. Ancak, bugün ulaşılan durum henüz gelişmiş ülkelere oranla ülkemiz açısından yeterli değildir. Gelişmişlik kriterlerinden biri olarak kabul edilen kırsal nüfus oranına göre, gelişmiş ülke kategorisine Türkiye’nin dâhil edilebilmesi için, kırsal nüfûsun % 10’un altında olması gerekir.

Bu oran Almanya’da % 4, İngiltere’de % 2, ABD’de % 3.1, Yunanistan’da % 37.6’dır.

Türkiye’nin arâzi varlığı: Türkiye, ziraat alanı bakımından yüksek bir potansiyele sâhip bulunmaktadır. 1950 yılında 16.5 milyon hektar civarında olan toplam ekili ve dikili alanlar bugün 28 milyon hektara yaklaşmaktadır. Türkiye’de ziraat arâzisi, toplam arâzi varlığının % 36.09’unu teşkil ederken bu oran AET ülkelerinde % 61’dir.

1950’li yıllarda traktörün tarıma yoğun bir şekilde girmesiyle yeni alanların sürülmesi mümkün olmuştur. Özellikle son yıllarda traktör miktarında önemli bir artış meydana gelmiştir. 1964 yılında Türkiye’de toplam traktör mevcudu 51.781 iken bu rakam 1983 yılında 53.516’ya ulaşmıştır.

Ancak bugünkü şartlarda artık işlenebilir arâzinin sınırına gelinmiş bulunulmaktadır. Henüz ziraat arâzisinin büyük kısmı tarla arâzisidir. Tarla arâzisinin mera arâzisi aleyhine gelişmesi ülkemizde hayvancılığı olumsuz yönde etkilemektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hazırlanan istatistiklerine göre ülkemiz ziraat arâzilerinin bitkilere göre dağılışı şöyledir.

Hububat........................... 13.332.299
Baklagiller....................... 1.365.517
Endüstri Bitkileri................ 1.278.783
Yağlı Tohumlar.................... 1.281.751
Yumrulu Bitkile................... 269.800
Sebzeler.......................... 678.000
Yem Bitkileri..................... 222.505
Bağlar............................ 655.000
Meyve ağaçlarının kapladığı alan.. 1.453.000
Zeytin ağaçlarının kapladığı alan. 814.000
Çay yetiştirilen alan............. 64.603
Nadas............................. 5.854.000

ZİRAATİ YAPILAN BİTKİLER


1. Tarla Bitkileri:

Hububat: Buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır, akdarı, kumdarı, cindarı, çeltik. Baklagiller: Fasulye, nohut, mercimek, bakla, bezelye, börülce. Yem Bitkileri: Yonca, burçak, fiğ, üçgül.

2. Endüstri Bitkileri:

Lif bitkileri: Keten, kenevir, jüt, pamuk, kendir, lif kabağı. Yağ bitkileri: Ayçiçeği, susam, kolza, yağ şalgamı, hardal, haşhaş, aspir. Şeker bitkileri: Şekerpancarı, şekerkamışı. Nişasta bitkisi: Patates. Kauçuk bitkileri: Guayül, göksakızı. Keyf bitkileri: Tütün, kahve, afyon. Baharat bitkileri: Hardal, anason, şerbetçiotu, kişniş, kekik, kimyon, salep, vanilya, zağfiran. İlâç bitkileri: Haşhaş, hintyağı, hatmi, çiğdem, banotu, karahindiba, yüksükotu.

3. Sebzeler:

Yapraklı yenen sebzeler: Ispanak, pazı. Salatalık sebzeleri: Kereviz, maydanoz, tere, kıvırcık salata. Lahana türü sebzeler: Beyazbaş lahana, karnıbahar, brüksel lahana. Kökleri yenen sebzeler: Havuç, şalgam, turp, pancar. Soğanlı sebzeler: Soğan, sarmısak, pırasa. Fasulye ve bezelyeler: Fasulye, bezelye, bakla. Patlıcangil meyveleri: Domates, patlıcan, biber. Kabaklar: Hıyar, kavun, karpuz ve kabaklar. Baharlı sebzeler: Nâne, dereotu. Bamya: Bamya.

4. Meyveler:

Sert kabuklu meyveler: Badem, ceviz, fındık, kestâne, antepfıstığı. Yumuşak kabuklu meyveler: Armut, ayva, elma, muşmula, yenidünyâ. Taş çekirdekli meyveler: Erik, kayısı, kızılcık, iğde, kiraz, şeftali, vişne, zerdali. Üzümsü, meyveler: Nar, incir, dut, keçiboynuzu, çilek, muz, üzüm.

5. Turunçgiller:
Altıntop, limon, mandalina, portakal, turunç.

6. Zeytin

7. Çay. Zirâî üretimin artışında en önemli faktörlerin başında sulama gelmektedir. Ancak, bugün sulanabilecek 8.5 milyon hektar tarım arâzisinin henüz % 30’u sulamaya açılmış durumdadır. Yıldan yıla sulanan arâzi miktarında artış görülmesine karşılık mevcut su kaynaklarından istifâde etme yetersiz durumdadır. Türkiye’de toplam ziraat arâzisinin % 76.1’i sulanırken, bu oran Yunanistan’da % 19.6, İtalya’da % 16.3, İspanya’da % 11.4’tür. Memleketimiz sâhip olduğu çok değişik iklim ve toprak özellikleri dolayısıyla pekçok bitkinin yetişmesine elverişli bir ülkedir.

Güneyde pamuk, turunçgil, sebze; Güney Doğu Anadolu’da hububat, fıstık; Batıda üzüm, incir, zeytin, pamuk, tütün, sebze; Kuzeyde fındık, çay, tütün; İç Anadolu’da hububat, çeltik, şekerpancarı, haşhaş; Trakya’da hububat, ayçiçeği, pancar; Doğu Anadolu’da hububat, yem bitkileri ve pancar önemli ölçüde yetiştirilmektedir. Step ile deniz arasındaki geçit bölgelerde ise meyvecilik ziraatı yapılmaktadır.

Ayrıca son yıllarda bilhassa Güney ve Batı Anadolu’da seracılık ve turfanda ziraatçilikte önemli bir artış meydana gelmiştir. Böylece yılın her mevsiminde tâze sebze bulma imkânı doğmuştur. Ülkemizde yetiştirilen zirâî mahsüller, kendi ihtiyacımızı karşıladığı gibi önemli bir kısmı da ihraç edilmektedir.

Türkiye, dünyâ ülkeleri arasında gıdâ maddeleri ithal etmiyen yedi ülkeden biridir. İhraç ettiğimiz zirâî ürünler arasında fındık, pamuk, tütün, nârenciye, kuru üzüm ve incir önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca turfanda sebze ihrâcâtında da her yıl artış olmaktadır.

Tasarı

Tetkik veya kabul edilmek için bir şey sunma. Arz etme, bildirme. Bir fikir bildirme (önerme). Tasarı, bir kişi veya bâzı kişilerin yapmayı düşündükleri şey. Yapılması istenen şeyin zihinde tasarlanması, şekillenmesi. Düşünülen, tasarlanan şeyin yazılı şekli. Herhangi bir hukûkî muâmelenin, o işlemi yapmaya yetkili kurul veya makama arz edildiği şekil.

Görüşülmesi ve oylanabilmesi mümkün hâle gelen ve hazırlanmış olan metin. Herhangi bir hazırlık, bir tasarı sayılamaz. Belli bâzı hazırlıklardan sonra bir tasarının varlığından bahsedilebilir. Uygulamada, Türkiye Büyük Millet Meclisine, hükümet tarafından hazırlanarak, oylamaya ve görüşmeye hazır bir şekilde sunulan metine Kânun Tasarısı denir. Herhangi bir konuda bir milletvekili veya bâzı milletvekillerince Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan metneyse Kânun Teklifi (veya Teklif) denir.

1982 Anayasasının 88. maddesi “Kânun teklifi vermeye Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri yetkilidir. Kânun tasarı ve tekliflerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme, usûl ve esasları iç tüzükle düzenlenir.” diyerek iç tüzüğe göre gereken inceleme ve görüşmelerin komisyon ve genelkurulda yapılış şekline işâret etmiştir.

Tarih

Sosyal ilimlerden. Târih, Arapça bir kelimedir. “Anılmaya değer hâdiselerin hikâyesi” mânâsına gelir. Batı dillerindeki karşılığı “İstorya” olup, “araştırılmış haber” mânâsındadır. Kelime mânâsı dardır. Geniş mânâda ise, herhangi bir nesnenin geçmişini kucaklayan bir bütün demektir. Sosyal ilimlerden olan târihin çeşitli târifleri yapılmıştır.

Bunlardan bâzıları:

Târih, hâdiselerin ilmidir.
Târih, netîceleri sebeplere bağlayan ilimdir.
Târih, insanlığın hakîkî romanıdır.
Târih, insanlığın topyekûn tecrübesidir.
Târih, ibretler hazînesidir.
Târih, milletlerin hâfızasıdır.
Târih, vesikalar vâsıtasıyla, mâziyi tesis teşebbüsüdür.
Târih, geçmişteki insan münâsebetlerinin incelenmesidir.
Târih, mâzideki hâdiselerden, istikbâl için dersler, netîceler çıkarmak ilmidir.

Târih, ne bir model, ne de millî seciyenin mektebidir. Târih, sâdece târihtir. Harsa (kültür) değil, fikre, muhâkemeye ve nihâyet ilmî tetkiklere zemindir. Târih, insan topluluklarının hayatlarını, kültür ve medeniyet sahasında yapmış oldukları ilerlemeleri, zaman ve mekân göstererek ve doğru olarak inceleyen ve nakleden bir ilimdir. Târih, insanların zaman ve mekân içinde geçirdikleri gelişmeleri ve bu insanların psiko-fizik hareketlerini, bu hareketlerin sebep-netice münâsebetlerine dayanan ortak değerlerini araştırır ve tasvir eder. Burada tasvir etmek ortaya koymak olup, psiko-fizik hareketler de târihin kendisidir.

Târihi insanlar meydana getirir. O halde bütün târihî olaylar da insanın psiko-fizik hareketlerinden, yâni rûhî hâdiselerin insandaki fizikî şekillerinden doğar. İnsanların psikolojik hâlleri tamâmen farklıdır. Bu sebeple meydana getirdikleri hâdiseler de farklı olacaktır. Bütün hâdiseler psikolojik hâllerden meydana gelir ve târihte her olay, ayrı bir ünite olarak mütâlaa edilir. Psiko-fizik hareketlerde fert psikolojisi olduğu gibi, halk psikolojisi de vardır. Bir târihî hâdise tasvir edilirken o günkü psikolojik vasat da dikkate alınmalıdır.

Târihî olaylar üç kısımdır:

1. Ferdî olaylar ve faaliyetler: Bunlar bir kere vukua gelen olaylardır. Bunların târihî tetkik konusu olabilmesi için husûsiyetlerinin araştırmaya değer olması gerektir. Târihçi bir olayla ilgilenmek için şu kıstasları arar: Olay vâki olduğu zaman kendi devrinde etki yapmış mıdır? Olay vâki olduğu yerden başka bir yerde tepki uyandırmış mıdır?

2. Tipik faaliyetler: Bunlar birçok ferdin aynı şekilde tekrarladıkları olaylardır. Bu olaylarda, bunlara iştirak eden fertlerde müşterek esaslar vardır. Âdetler, günlük yaşama îtiyatları, inançları vs. tipik faaliyetlere girer. Türkler için domuz beslememek gibi.

3. Kollektif faaliyetler: Bu faaliyetler, bir toplumun veya birçok kişinin gösterdiği hareketlerdir. Meselâ inanmak, savaşmak ve medenî şekilde yaşamak gibi. Medeniyet, muhtelif devletler arasında inanılan ve kabul edilen müşterek kıymetlerdir. Kollektif bir faaliyettir. Târihî olaylarda sebepler: Her târihî hâdisenin diğer târihî olaylarla iki çeşit münâsebeti vardır. Bu da, olaylar arasında sebep-netice bağlantısını meydana koymaktır.

a) Umumî sebepler, genel bağlar veya şartlar: Bütün toplumlar için yürürlükte olan sebeplerdir. Bu sebepler üstün olma arzusu, fütuhât, din heyecanı, iktidar câzibesi, iyi yaşama arzusu vs.dir.

b) Özel sebepler: Târihî olayın cereyanı sırasında içinde bulunduğu ve kendilerine değer kazandıran sebeplerdir. Târih ilmi, incelendiği mevzuya göre, iki kısma ayrılır. Dünyâdaki bütün cemiyetlerin siyâsî hayâtından bahsedip, kültür ve medeniyetlerini inceleyen târihlere Umûmî Târih; yalnız, bir yâhut birkaç devletin siyâsî hayâtını ve kültürünü nakleden târihlere de Husûsî Târih denir.

Umûmî Târihin mevzuları ve muhteviyatı çok geniş olup, Millî Târih denilen Husûsî Târih de kısmen içindedir. Târih, incelediği mevzuya göre, Siyâsî Târih ve Medeniyet Târihi olmak üzere de bölümlere ayrılır. Siyasî târih, siyâsî hâdiseleri inceleyip, nakleder. Medeniyet târihi de, kültür ve medeniyetlerden bahseder. Ayrıca; millî veya umûmî askerî hâdiselerden bahseden Askerî Târih, edebiyatın gelişmesini konu edinen Edebiyat Târihi, daha çok mîmârî ve resim sanatının zaman içindeki seyrini anlatan Sanat Târihi ve filozoflarla felsefe mekteplerini inceleyen Felsefe Târihi gibi özel muhtevâlı târih çeşitleri de vardır. Bunlar sâdece kendi konularını işlerler. Kendi sahalarında derinleşmiş olmalarına rağmen insanlık târihi hakkında umûmî bir bilgi ve görüş vermezler.

Târihin faydası:
Târih, yaşayan nesillere ışık tutan binlerce hâdiseyle doludur. Târih, yaşayan nesillere örnek olacak binlerce dâhinin ve kahramanın hayâtını, eserlerini ve çalışmalarını dile getirir. Yine târih, binbir fâcia tablosu çizerek yaşayan nesillere ibret levhaları gösterir. Bu bakımdan târih ilmi pratik, beşerî, millî ve bütün ilimler açısından faydalı bir ilimdir.

Târih ilmi pratik bakımdan geçmiş olayları bize öğrettiği, kendimizi tanımamıza yardım ettiği için faydalıdır. Zîrâ insanın gâyesi, bir bakıma kendini bilmek, tanımaktır. Târih, geçmiş olaylardan dersler alıp, geleceği düzenlemek için, faydalı olur. Gelecek için bir takım sezgilerde bulunmak târih bilenler için daha kolaydır. Hattâ bu açıdan meseleyi ele alanlar, târihin geçmiş olaylardan istikbâl için dersler, neticeler çıkarmak ilmi olduğunu söylerler. Târih, insanları idâre edecek kimselerin mutlaka bilmeleri icâbeden bir ilimdir. Târihteki başarılı devlet adamları ve İslâm devletlerinin hükümdarları dâima târihle meşgul olmuşlardır. Gazneli Mahmûd’un yanında ortaçağın büyük âlimi meşhur târihçi El-Bîrûnî bulunuyordu. Tîmûr Hanın yanında dâimâ târihçiler bulunur; kendi sebep olduğu târihî olayları da doğru şekilde târihe geçirtirdi. İslâm târihini çok iyi bilen Fâtih Sultan Mehmed Hanın sarayında biri Lâtince diğeri Yunanca bilen iki kâtip bulunuyor ve bunlar pâdişâha eski çağlar târihini öğretiyorlardı.

Târih, ilmî, beşerî bakımdan, yâni insanî yönden de faydalıdır. İnsanlığın gerçeklerini, iyi ve kötü hâllerini açıkça belirtir. Gerçekleri ortaya koyarak insanlığa iyilik ve kötülüğün ne olduğunu öğretir; beşerî ahlâkın yükselmesini sağlar. Târih milletlerin ahlâkını aydınlatır, takviye eder ve toplumda ahlâk şuurunu uyandırır. İnsanlığın gelişmesinde târihin büyük önemi vardır. Târih insanlarda mânevî kıymetleri arttırır, ahlâk şuuru uyandırır. Târih millî bakımdan çok faydalı ve zarûrîdir. Millî târihler o millet mensubunun vatan sevgisini besler, millî hissini kuvvetlendirir. Millî his ve vatan sevgisi târihle gelişir. Toprak çorak da olsa, üzerinde bir ot bile bitmese, vatan toprağı olduğu için kutsaldır. Târih bütün ilimler bakımından faydalıdır. Gelişmesini öğrenmek isteyen bütün ilimler için târih, araştırıcı metodlarını kullanır. Sosyal ilimler kadar, özel metodları olan tabiî ilimler de gelişmelerini târihin metodlarıyla öğrenebilirler. İlimlerin târihe olan ihtiyacı ve ehemmiyeti devrimizde de lâyıkıyla anlaşılmış, hatta “ilimler târihi” bağımsız bir ilim şûbesi olmuştur. Bu sahada şimdilik sâdece müsbet ilimlerin târihi tetkik edilebilmektedir. İlerde beşerî ilimlerin de târihleri tetkik edilebilecektir. Şu halde her ilim, belirli bir târih mefhumunda birleşmektedir. Târih olmaksızın bu ilimlerin ne özünü, ne gelişmesini, ne de ulaştığı merhâleyi bilmek mümkün olmaz. Yenilik peşinde koşan ilimler için târih, en büyük yardımcıdır. Zîrâ mâzi bilinmedikçe istikbâl bilinmez. Bütün medeniyet, kültür ve olgunluğun başı insanlığın tanınması, insanın kendisini tanımasıdır denilebilir. Şu halde her toplum ve cemiyet, kendisini ve beşeriyeti tanımak istediği zaman târihe önem vermek mecbûriyetindedir. Târihe önem vermeyen milletler, ilimlere ve kültüre karşı nasipsiz toplumlardır. Târih, önce millî topluluklara, sonra beşeriyete büyük hizmetleri olan değerli ve azametli bir ilimdir.

Târihin gâyesi:

Bir ilim dalı olarak târihin gâyesi, geçmiş devirler silsilesi içinde insanlığın mâcerasını hâdiseleri naklederek ortaya koymaktır. Târihçinin aslî vazifesi de budur. Târihçi bu vazifesini yaparken inanılır ve güvenilir olmak için belgelere ve diğer delillere dayanmak zorundadır. Geçmişteki hâdiselerin ortaya çıkarılışında yüzde yüz bir kesinlik sağlamak mümkün değildir. Fakat elde edilen bütün vesikalar incelenerek ve dürüst kalınarak gerçeğe yakın netîcelere varmak mümkündür. Vesikaların azlığına çokluğuna göre hakîkate varmak değişir. Eski devirlere âit vesika, çok azdır. Yakın geçmişe âit vesika ise çok fazladır. Târihçinin eski devirlere âit bulduğu netîceler vesika azlığından; yakın devre âit netîceler de, vesikalar çok fazla olup, hepsini incelemeye yeterli vakit bulamadığından mutlak doğruluktan uzaktır. Dâimâ çeşitli eksiklikler taşıyabilir. Geliştirilen çeşitli târih metodları hakîkati bulmakta yardımcı olarak kullanılır.

Târih görüşleri:

Târih; olayları yer, zaman ve kişi zikrederek anlatan bir ilim olarak bilinir. Ancak insanlığın başından geçen birçok olayın sebepsiz ve maksatsız olmayacağı da âşikardır. Târihî olayları hazırlayan sebepler ve insanlığı bu olaylara sürükleyen maksatlar düşünülerek târihteki olayların çeşitli yorumları ve sınıflandırılmaları yapılmıştır. Târihî hâdiseleri yazan veya tetkik eden yazar ve araştırmacılar, maddî ve mânevî çeşitli telakkilerle hareket ettikleri için hâdiselerin birbirinden farklı izahları ortaya çıkmıştır. Bâzı ülkelerde millî târihlerde de görülen bu durum bilhassa beşerî târihin izahında birçok târih görüşünün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Târihçinin inanç, dünyâ görüşü, idrak gücü ve niyetinden de târih felsefeleri teşekkül etmiştir. Batıdaki târih felsefeleri; Teokratik ve Düalist, Materyalist, Pozitivist, İdealist, Ekspresyonist, Hümanist, Modern târih görüşleri olarak sınıflandırılır. Teokratik târih görüşü: Burada insanlık târihi kutsal hükümranlık esâsına dayanır. Dinlerden ve îmândan bahseder. Düalist görüş; ikiciliği, yâni ruh ve madde, iyilik ve kötülüğü esas alır. Materyalist târih görüşü, maddecidir. Materyalistler, tabiat ve cemiyet hâdiselerinin esasını iktisâdî sebeplere bağlayarak, insanlar arasındaki meseleleri sınıf mücâdelesi şeklinde anlar ve izaha çalışırlar. Kurucusu Karl Marks’tır. Pozitivist târih görüşü:

Târihi sosyal ve tabiî ilimlerin netîcesi olarak alır. Kurucusu August Comte’tur. İdealist târih görüşü: İnsanların hürriyete kavuşabilmesi için şahsiyetten ziyâde, devletin hesâba katılmasını esas alır. Târihi, milletler mücâdelesi olarak düşünür. Kant tarafından ortaya atılıp, Fichte ve Schiller tarafından sistemleştirildi. Ekspresyonist târih görüşü: Çağdaş sanattaki ekspresyonizmden ilham alınarak geliştirilen bu tez, târihi, insan hayâtının meydana gelişine bir vâsıta kabul etmektedir. Bunlara göre, hayatta, târihçilerden öğrenilen değil de hisler esastır. Destanlara önem verirler. Frobenius ve Spengler tarafından kuruldu. Hümanist târih görüşü: İnsanın dünyâya hâkim olması için yaratıldığını ileri sürüp, târih, ayrı millet ve cemiyet değil de bir insanın fiilleri, fikirleri ve medeniyeti olarak kabullenilir. Alman filozoflarından Herder ve Lotze bu fikrin müdâfaacısıdır. Modern târih görüşü: Târihin insanın kendi ilmi olduğunu müdâfaa edip, insanlık mevzuunu işler. Kurucusu Vico’dur. Batılı târihçiler, târihi, târihten önceki zamanlar ve târih zamanları olarak ele alıp, bölümlere ayırır. Târihten önceki zamanlar; yontma taş, cilâlı taş ve mâden devri olarak üç bölüme, bunlar da kendi içlerinde çeşitli bölümlere ayrılmasına rağmen târihlerde kesinlik yoktur.

Târih zamanları ise, ele geçirilen en eski târihî belgelerden yazılı olanlarının devri esas alınarak başlatılır. Batılı târihçilerin bugünkü tespitlerine göre ilk yazılı belgeler Mezopotamya kavimlerine kadar uzanmaktadır. Daha evvel yaşamış kavimlerin de yazıyı kullandıkları muhakkaktır. Ancak henüz bir iz bulunamamıştır. Batılı târihçiler, yazının kullanılışından Batı Roma İmparatorluğunun yıkılış târihi olan M.S. 476’ya kadar olan devri Eskiçağ ve İlkçağ ismiyle anmakta; M.S. 476’dan Türkler tarafından İstanbul’un fetih târihi 1453’e kadar geçen zamana Ortaçağ, 1453’ten 1789 Fransız İhtilâline kadar geçen zaman dilimine Yeniçağ, bundan sonraki devreye de Yakınçağ adını vermişlerdir. Oysa İslâm âlimlerine göre “yazının bulunuşu” ile başlatılan şey “târih” değil “târih ilmi”dir. Târih ise insanoğlunun kendi mâcerasını yer ve zamana bağlıyarak biriktirmesiyle gelişmiştir. Âlimlere göre insanoğlunun tabiata çizdiği her iz bir târih belgesidir. Bu sebeple İslâm târihçileri işe, hazret-i Âdem’le başlarlar ve oradan günümüze ulaşmaya çalışırlar. İlk insan yâni hazret-i Âdem hakkında bilgi, yalnız ilâhî dinler tarafından bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde bildirilen ve İslâm âlimlerinin kitaplarında yer alan bilgiler doğru ve geniştir. Kur’ân-ı kerîm’de ilk yaratılan insan Âdem aleyhisselâm olduğu gâyet açık bir ifâdeyle kesinlik kazanır. Âdem aleyhisselâm medenî olarak yaşadı. Kendisi ilk insan ve ilk peygamberdir. Hazret-i Âdem’e Allahü teâlâ on suhuf kitap göndermiştir. Hazret-i Âdem okur-yazardı.

Kendisi, evlâtları ve torunları demircilik, dokumacılık, çiftçilik, fırıncılık gibi sanatları bilirler ve medenî yaşarlardı. Batılı târihçilerin öne sürdüğü mağara hayatı ve vahşi insanlar, hazret-i Âdem ve çocuklarının değil, târih içinde çeşitli zamanlarda ve dünyânın bâzı bölgelerinde yaşamış vahşî kabilelerin hayâtıdır. Günümüzde de Afrika, Asya ve Amerika’da vahşî insanların yaşadığı bir gerçektir. Bunlara ve hayat tarzlarına bakarak 20. yüzyıl insanlığının hayat seviyesini tespit etmek ne kadar yanlışsa, hazret-i Âdem ve çocukları için de aynı durum mevzubahistir. İslâm dünyâsındaki târihçiler, ilk insan ve geçmiş kavimler hakkındaki temel bilgilerini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Müslüman târihçilerin beşerî târih olarak yazdıkları Peygamberler Târihi şeklindedir. Bu şekillenme, İslâm dininin bildirdiği îmân ve îtikât esaslarından doğmuştur. Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen geçmiş kavimlere âit ibret verici kıssaların özü, kendilerine gönderilen peygambere inanıp inanmamaları ve Allahü teâlânın bildirdiği dinlere uyup uymamaları ve bu hâllerinden doğan netîceler şeklindedir. Eski kavimlerden birçoğunun zamanları içinde yüksek medeniyetler kurdukları, refah ve bolluk içinde yaşadıkları Kur’ân-ı kerîm’de açıkça tasvir edilmektedir. Ancak bunlardan peygamberlere inanmayan ve gösterdikleri yolda gitmeyenler çeşitli azaplarla cezalandırılmışlar, kendileri ve medeniyetleri yok edilmiştir. Nuh Tufanı, hazret-i Lût kavminin yere batırılışı, hazret-i Şuayb’ın kavmine gökten ateş yağdırılması bunların meşhurlarındandır. İslâm târihinde son peygamber hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve dört halîfe devri olayları geniş anlatılır. İslâm târihinde târih zamanları çağlara ayrılmaz. Ancak İslâm dininin bildirilmesinden önceki küfür ve şirk zamanlarına “câhiliyye devri” denir. Hazret-i Peygamberimizin yaşadığı döneme de “Asr-ı Saadet” denir. “Asr-ı Saadet”, târih boyunca, kıyâmete kadar insanlığın üzerinden geçen en şerefli ve en kıymetli zamandır. Bundan sonra gelen “Hulefâ-i râşidin devri” de kıymetli bir zaman dilimidir. İslâm dîninin başlangıcındaki ilk iki asrın kıymetli olduğu da hadîs-i şerîfle bildirilmiştir. İslâm Târihinde bundan başka asır ayrımı yapılmaz. Dört Halife devrinden sonrakiİslâm Târihinde zamanlar hânedanlara göre isimlendirilir. Emevîler Devri, Abbâsiler Devri vs. gibi. İslâm devletlerinin çoğunun ismi de hânedanlara göre verilmiştir. Emevîler, Abbâsiler, Selçuklular, Osmanlılar, Eyyûbiler, Timurlular vs. gibi. İslâm dünyâsında yazılmış târih kitaplarında umûmiyetle eski peygamberler ve Peygamberimiz hazret-i Muhammed, Hulefâ-i râşidin, Emevîler ve Abbâsiler devirleri ortaklaşa mevcut olup, bundan sonra yazıldığı devletin ve hânedanın târihi teferruatlı olarak anlatılmıştır. Türk ve İslâm âleminde husûsî târihçiler olduğu gibi devletlerin de zamânın hâdiselerini kayıtla vazifelendirilmiş memurları vardı. Bunlara şehnâmenüvis, vak’anüvis denirdi. Bunlar sultan veya devlet adamlarının keyfî memurları olmayıp, resmî vazifelilerdi. Modern târih usûlünde de şehnâmenüvis veya vak’anüvislerin eserleri devrinin birinci elden kaynağı kabul edilir.

İslâm âleminde; Siyer, Megâzî, Tabakât, Fütuhât’tan umûmî târihî eserlere doğru kitaplar yazıldı. Meşhur târih kitaplarından bâzıları şunlardır: İbn-i İshak’ın Sîret-i Resûlillah, İbni Hişâm Humeyrî’nin Sîret-i Resûlillah’ın şerhi olan Sîret-i İbn-i Hişam, İmâm-ı Kastalânî’nin Mevâhib-i Ledünniyye, İbni Sad’ın Tabakât-ül-Kübrâ, Yûsuf Nebhânî’nin El-Envârül-Muhammediyye, Huccetüllahi Alelâlemin fî Mucizât-ı Seyyid-il-Mürselin, Vâkıdî’nin Megâzi, Süheyli’nin Ravd-ul-Ünf, Aynî’nin Ikd-ül-Cümân, Miskin Mu’in’in Me’âric-ün-Nübüvve, Abdülhak-ı Dehlevî’nin Medâric-ün-Nübüvve, Zehebî’nin Târih-ül-İslâm, İbn-i Hilligân’ın Vefeyât-ül-A’yan, İbn-i Esir’in Kâmil fit-Târih, İbn-i Cerîr Taberî’nin Taberî Târihi, Ebü’l-Ferec ibn-iCevzî’nin El-Muntazam fî Tevârih-il-Ümem, İbn-i Haldun’un Kitâb’ül-İber, Mukaddime, Ebü’l-Mehâsin’in En-Nücûmüz-Zâhire fî Mülûkı Mısır vel-Kâhire, Suyûtî’nin Hüsn-ül-Muhâdârât, İbn-i Tagriberdî’nin Ed-Delâil fî Ma’rifetil-Evâîl, Süyûtî’nin Târih-ul-Hulefâ, Nüveyrî’nin Nihâyet-ül-Arab fî Fünûn-ül-Âdâb, Beydâvî’nin Nizâmü’t-Tevârih, İbn-i Asâkir’in Târih-i Dımaşk, Hatib Bağdâdî’nin Târih-i Bağdâd, Beyhakî’nin Târih-i Beyhakî, Cüzcânî’nin Tabakât-ı Nâsırî, Reşideddîn’in Câmi’ut-Tevârih, Ebû Kâsım Abdullah bin Abdülhakem’in Fütûh-ı Mısrı vel-Magrib, Belezûrî’nin Fütûh-ul-Büldan ve Ensâb-ül-Eşrâf, Ebü’l-Fidâ’nın El-Muhtasar fî-Târih-il-Beşer, İbn-i Kesîr’in El-Bidâye ven-Nihâye fit-Târih, İbn-i Sâbunî’nin Telkih-ül-Efhâm fî Mü’telef vel-Muhtelef, Taşköprüzâde Ahmed bin Mustafa’nın Şakâyik-i Numâniye, Birûnî’nin Âsâr-ül Bâkiye, Hâfız-i Ebrû’nun Câmi-üt-Tevârih, NişâncızâdeMuhammed bin Ahmed’in Mir’ât-ı Kâinat, Seyyid Eyûb Urmevî’nin Menâkib-i Cihâr-Yâr-ı Güzîn, Ahmed Cevded Paşanın Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Zeyni Dahlan’ın El-Fütûhât-il-İslâmiyye, Halebi’nin İnsân-ül-Uyûn’u. Osmanlı Devleti zamânında yazılan târih kitaplarından da, Âşık Paşazâde’nin Âşık Paşazâde Târihi de denilen Tevârih-i Âl-i Osman, Neşri Mehmed’in Cihannümâ, Dursun Beyin Târih-iEbü’l-Feth, Kemâl Paşazâde’nin Tavârîh-i AliOsman, İdris-i Bitlisî’nin Heşt Behişt, Hadîdî’nin Şehnâme-i Âl-i Osman, Gelibolulu Ali’nin Künhü’l-Ahbâr, Hoca Sâdeddîn Efendinin Tâcü’t-Tevârih, Edirneli Mehmed Efendinin Nuhbetü’t-Tevârih ve’l-Ahbâr, Selânikî Mustafa Efendinin Târih-i Selânikî, Lütfi Paşanın Lütfi Paşa Târihi olarak bilinen Tevârîh-i Ali Osman ve Asafnâme, Celâlzâde KocaNişancı Mustafa Çelebi’nin Tabakâtü’l-Memâlik, Kâtip Çelebi’nin Fezleke ve Takvimü’t-Tevârih, Muslihiddin Mehmed Lari’nin Miratü’l-Edvar ve Mirkatü’l-Ahbar, Karamânî Ahmed bin Yûsuf’un Ahbarü’d-Düvel Âsâr’ül-Üvel, Hazerfen Hüseyin Efendinin Tenkihü’t-Tevârih, Müneccimbaşı Ahmed Dede Efendinin Câmiü’d-Düvel, Nâimâ olarak tanınan Mustafa Nâim’in Nâimâ Târihi, Şirvânî Ebû Bekir Efendinin Vessaf Târihi, Osmanzâde Tâib Ahmed Efendinin Hadîkat-ül-Mülûk, Ahmed Lutfi’nin Târih-i Lütfi, Ahmed Cevdet Paşanın Tezâkir, Mârûzât, Târih-i Vekâyi-i Devlet-i Âliyye, Mahmûd Celâleddîn’in Mir’at-ı Hakîkat, Abdurrahman Şerefüddîn Beyin Târih-i Devlet-i Osmaniyye, Franz Babinger’in Die Geschihtshreiber Osmanen und ihre Varke, Hammer-Purgstall’in Osmanlı İmparatorluğu Târihi isimli eserler meşhurdur.

Stenografi

Alfabenin harfleri, noktalama işâretleri, kelimeleri yerine semboller ve kısaltmalar kullanan çabuk yazma sistemi. Yazılar yakın, küçük ve dar yazıldığı için bu adı almıştır. Stenografi, meclis oturumlarında, mahkeme duruşmalarında, iş görüşmelerinde oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Stenografinin ilk kullanılmasının Romalılar zamânında olduğu sanılmaktadır. Cicero’nun senetodaki konuşmalarının Marcus Tullius Tiro tarafından bulunan nota ve kısa yazma usûlüyle kaydedildiği söylenmektedir.

Modern stenografinin doğuş yeri İngiltere’dir. İsaac Pitman 1837 senesinde fonetik sistemi geliştirdi. Fonetik işâretin bir yazılış şekli vardır. 1888 senesinde John Robert Gregg tarafından geliştirilen ve Pitman sistemi gibi fonetik olan fonografi de stenografi olarak İngiltere’de çıktı ve Amerika’da yayılarak okullarda öğretilmeye başlandı.

Stenografide kullanılan diğer bir sistem de, hızlı yazma sistemidir. 1923 senesinde Emme Dearborn geliştirmiştir. Fonetik hece, kelime, cümle ve çeşitli imlâ işâretlerinden meydana gelen mektup türü yazıların makinayla yazılması stenograf denilen steno daktilosuyla mümkündür. Steno daktilo makinası umûmiyetle işyerlerinde, mahkeme salonlarında, konferanslarda sessiz olarak çalışması ve dakikada 250 kelime yazılabilmesi sebebiyle tercih edilir. Bu daktilonun toplam yirmi iki harfinden dört çift sessiz harf sol tarafta, beş çift sessiz harf sağ tarafta ve dört sesli harf ise ortadadır. Diğer tuşlar, noktalama işâretleriyle boşluk bırakma içindir.

Daktilo çift elle aynı anda birkaç harfe basılmak sûretiyle kullanılabildiği için sürat çok artar. Steno daktilo ile yazılan yazıları ancak stenografi bilen kişiler okuyabilirler. Kur’ân-ı kerîm harfleriyle yazı yazmasını bilen bir kişinin stenografi öğrenmesine gerek yoktur. Çünkü bu harflerle hem çok hızlı yazılabilir, hem de yazılan yazılar ayrıca bir gayret sarfedilmeksizin herkes tarafından okunabilir. Stenografide ise yazılan yazıları ancak stenografi öğrenmiş kişiler yazıp okuyabilir.

Pul ve Pulculuk

PTT vâsıtası ile gönderilen mektup, dâvetiye ve paketlerin üzerlerine ücret karşılığı yapıştırılan, devletin damga resmini belirten arkası zamklı küçük kâğıt parçası. Bu çeşit kâğıt parçalarına “pul” ve bunları biriktirme âdetine ve zevkine de “pul koleksiyonculuğu” denmektedir. Bâzı hayvanların dış derileri üzerinde bulunan ve sımsıkı yapışan boynuzsu sert levhalara; inşaatçılık sektöründe çatı kaplama vs. işlerinde mâdenî örtülerle onlara çakılan çivi başları arasına konan çinko ve bakır parçalara; vida, cıvata gibi şeylerin boyunlarına geçirilen ortası delik mâdenî levhalara; kumaşların üzerine süs veya parçaları birbirine eklemek için dikilen yuvarlak ince delikli sedef parçalarının hepsine de “pul” ismi verilmektedir.

1840’lı yıllara kadar günümüzdeki “posta pulu” kullanma usûlü yoktu. Mektup ve buna benzer eşyâların gönderme ücretleri bu eşyâları alanlar tarafından ödenirdi. Fakat bu sistem dağıtım işini güçleştirdiği gibi, çok karışıklıklara da sebep oluyordu. Kendisine mektup veya buna benzer bir koli gelen kişi ücreti fazla bulduğu zaman almıyor, bu ise posta dağıtıcısını çok güç durumlara düşürüyordu. 1661 yıllarında İngiltere’de posta müdürü olan Henry Bishop tarafından mektuplar üzerine damga vurma sistemi bulundu. Bu durum uzun süre devam etti. 1840 târihinde Sir Rowland Hill ismindeki bir İngiliz tarafından bugünkü bilinen, pul kullanma usûlü bulundu. Aynı usûl ve sistem giderek bütün dünyâ devletleri tarafından kabul edildi.

1842’de ABD’de, 1848’de Brezilya’da, 1850’de Avusturya, İspanya ve birçok avrupa ülkelerinde “pul” kullanılması yaygınlaştı. Osmanlılarda ise ilk pul Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde kullanılmağa başlandı. İnce kâğıtlar üzerinde tuğra ile “Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye” yazısını taşıyan değişik ebatta pullar bastırıldı. Aynı dönemde İstanbul’da ilk postahâne de açılmış oldu. Daha sonra 1865 târihinde pulların şekilleri ve üzerindeki yazılar değiştirildi. Pullar üzerinden tuğra çıkarılarak ayyıldız kondu ve “Posta-i Devlet-i Osmaniyye” yazısı yazıldı. 1913 yıllarında İttihat ve Terakkinin idâreye hâkim olmasıyla, pullar üzerindeki yazılar ve ayyıldızlar çıkarılarak yerine resimler çizilmeye başlandı. Bundan sonraki târihlerde de çeşitli hâtıra pulları basıldı. Bunlar daha ziyâde bir şehrin kurtuluşu, herhangi bir tesisin açılışı, dînî ve millî günleri dile getirici özellikteki resimlerle süslenirdi. Türkiye Cumhûriyetinde pul basma ve piyasaya sürme işi ve yetkisi 5584 sayılı kânunla PTT Genel Müdürlüğüne verildi. Genel Müdürlük bu konuda devamlı çalışarak 1968 senesinde dünyâda ilk defa “Kabartma Posta Pulu” basmayı başardı.

Genel olarak piyasadaki pulları üç ana grupta toplamak mümkündür.

1. Hazine Pulları,

2. Posta Pulları,

3. Yardım Pulları. Bu gruplar, kendi aralarında kullanıldıkları sahalara göre isim almaktadırlar.

Pul koleksiyonculuğu (pulculuk):


Pulculuk târihi, pul kullanma târihiyle ortaya çıktı. Her ülkenin değişik ve ayrı ayrı özelliklere sâhip pul basmaları, bu koleksiyona insanların merakını arttırdı. Bir de pul koleksiyonunda masraf ve fazla külfet olmayışı dünyâya yayılmasına sebep oldu. İlk pul koleksiyonculuğu 1841’de İngiltere’de başladı, 1862-1865 yıllarında ise artık bütün dünyâda pul koleksiyoncularına rastlanmakta idi. Diğer koleksiyonculuklar gibi, pul koleksiyonculuğu da kişilerin sâhip oldukları bir meraktır. Bu merakın iyi yönde uygulanması muhakkak ki faydalıdır. İnsanın, bilhassa çocukların kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olmaktadır. Bütün meraklarda olduğu gibi bu konuda da insan kendini sınırlamasını bilmeli, bunu aşırı bir tutku ve zamanı boşa harcama hâline getirmemelidir. Eğer koleksiyonculuk bu hâlde olursa, özellikle çocuklarda zevk yerine zarar verir. Bunun için bütün koleksiyoncular gibi pul koleksiyoncuları da vakit, para, imkân yönünden kendilerini sınırlamayı iyi bilmelidirler.

Pul Koleksiyonunda Tâkip Edilecek Metodlar Ülke üzerine:

Bu şekilde “pul koleksiyonu” yapacak kişiler önce kendi ülkelerine âit pulları toplamalıdır. Daha sonra sevdiği devlet başta olarak, diğer devletlerin pullarını biriktirebilir.

Tür üzerine: Seçilen tür “manzara” veya “portre” olabilir. Koleksiyon “portre” üzerine olursa,

1) Türk büyüklerinin,
2) Dünyâ büyüklerinin,
3) Târihte yetişmiş ünlü kişilerin,
4) Büyük yenilik ve buluşlar yapan ilim adamlarının portrelerini toplama gibi bir yol tâkip etmek düşünülebilir. Bunun gibi, diğer türlerde de böyle bir metod uygulamak koleksiyoncu için kolaylık ve düzenli pul toplamayı sağlayacaktır.

Yıl üzerine: Koleksiyonda başlangıç olarak bir yıl alınır. Ondan sonra devam edilir. Mesela 1905 ile 1910 yılları arasındaki pulları toplamak veya bâzı büyüklerin yaşadıkları ilk on sene, son beş sene gibi târihler tutarak da koleksiyon yapılabilir.

Değer üzerine:
Pullar toplanırken değerleri belli edilir. Bir liralık, 10 liralık gibi pullar toplanacak, diye sıraya konulur. Küçük değerdeki pulların koleksiyonunu yapmak daha kolaydır. Bunda da, yıl, ülke, konu gibi belli dallar seçilebilir.

Kâğıda yapışık pullar nasıl ayrılır?

Pul koleksiyonu ile uğraşanların pulları kâğıtlardan ayırırken şu hususlara çok dikkat etmeleri gerekir.

1. Herhangi bir yere (kâğıt, zarf, koli vs.) yapışmış pulları çıkarmak için, pulun bulunduğu çevre makasla kesilir. Kesilen pullu kısım, içinde ılık su bulunan bir kaba konur.
2. Kısa bir süre ılık suyun içinde bulunan pulun altında bulunan zamk yumuşar, pul zarfın kâğıdından ayrılır. Eğer pulun altındaki kâğıt iyice yumuşamamış ise, pulu ayırmak için zorlanmaz.
3. Kâğıttan ayrılan pullar, el sürülmeden pul maşası ile sudan çıkarılmalı, kurutulmalı ve tekrar pul maşası ile kenarındaki tırtıllar koparılmadan ve zedelenmeden özel pul defterine konmalıdır.

Koleksiyon değerini kaybeden pullar:

Pulların kenarlarında bulunan “tırtıl” ismi verilen zımba deliklerinin bir tanesinin bile kopuk olması, arkasında sıyrık ve kazıntı bulunması, üzerinde yırtık, buruşuk gibi durumun olması, pulun üzerinde posta damgasından başka herhangi bir lekenin bulunması, üzerine herhangi bir maddenin damlaması, pulun bütün değerini sıfıra indirir. Bu pul dünyâda aranan tek bir pul olsa bile durum yine aynıdır. Bu şartların yanında, toplanan pullar rutubetten ve aşırı sıcaklıktan uzak tutulmalıdır. Bugüne kadar dünyâca bilinen en ünlü pul koleksiyonu Avusturyalı Philippe la Renoteire Von Ferrari’nin koleksiyonudur. En değerli pul ise 50.000 dolara satılan bir centlik İngiliz Guyanası puludur.

Kromatografi

Bir karışımda iyon veya molekül hâlinde bulunan maddeleri ayrı ayrı bölgelerde toplamak suretiyle analiz etme metodu. Bu metodun esâsı, çeşitli maddelerin bir adsorban (tutucu) tarafından farklı hızla adsorbsiyonuna (tutulmasına) dayanır. Uygun bir adsorban üzerinden bir karışım geçirilmek suretiyle karışım komponentlerine (karışımı hasıl edenlere) ayrılır.

Bu metod önceleri renkli maddelere uygulanmış olduğundan kromatografi ismini almıştır. Saf zannedilen birçok madde kromotografik analize tâbi tutulduğunda saf olmadıkları görülmüştür. Bu metodlar bugün en tesirli ayırma metodlarının başında gelir. Kimyâsal ve fiziksel özellikleri benzer olduğundan ayrılmaları çok güç olan nâdir toprak elementleri bu metodla birbirinden ayrılmışlardır. Analiz edilecek karışımın özelliklerine bağlı olarak, kromatografi farklı şekillerde uygulanır. Bugün uygulanan usuller sütun (kolon) kromatografisi, ince tabaka kromatografisi, kâğıt kromatografisi ve gaz kromatografisidir.

Sütun kromatografisi: Bir karışımda bulunan maddeleri birbirinden ayırmak ve saf olarak elde etmek için kullanılan bir usuldür. Bu usul ile çalışabilmek için araştırma laboratuvarlarında kullanılan apareyler, kromatografi sütunu (20-50 cm boyunda ve 1-3 cm çapında, dip kısmında musluk bulunan bir cam boru), çözücü deposu (bir ayırma hunisi) ve fraksiyon kabı (bir tromp erlenmayeri) olmak üzere üç kısımdan ibarettir. Bu kısımlar lastik tıpa veya zımparalanmış ağızlar (şilifler) ile birbirine bağlanmışlardır. Ayırma yapmak için önce kromatografi sütunu uygun bir adsorban (alüminyum oksit, magnezyum silikat, sellüloz, iyon değiştirici reçine vs.) ile düzgün bir şekilde doldurulur ve adsorban madde kullanılacak olan çözücü ile ıslatılır.

Sonra nümûne, çözelti hâlinde adsorban sütunun üzerine konulur. Sütun üzerine konmuş olan maddenin, adsorban içindeki hareketi bir organik çözücü veya bir çözücü karışımının sütundan devamlı olarak geçirilmesiyle temin edilir. Maddelerin sütundaki süratleri maddenin cinsine göre değişik olacağından maddeler sütunda farklı yerlerde tabakalar hâlinde toplanır. Çözücü geçirmeye devam edildiği taktirde en çok sürüklenen en önce, bunu takiben de diğerleri olmak üzere sütunun altında fraksiyonlar hâlinde toplanır. Fraksiyonlar üzerinde yapılan tâyinler ile de nümûnenin taşıdığı maddeler tesbit edilir.

İnce tabaka kromatografisi (ITK): Burada destek madde, ince bir tabaka hâlinde bir cam levha üzerine yayılmıştır. Ayırma kâbiliyetinin yüksek olması ve kısa bir müddet içinde (15-45 dakika) netice alınması gibi sebepler yüzünden son senelerde kağıt kromatografisine tercih edilmektedir.

Aparey: 25x20x10 cm ebadında, üzerinde kapak bulunan, bir cam küvetten ibarettir. Bu küvet içine bir veya birkaç kromatografi plağı dik veya eğri olarak yerleştirilmiştir. Çözücü doğrudan doğruya küvetin dibine konur. 25x20x10 cm ebadındaki bir küvet için 100 ml civarında bir çözücü kâfidir.

Kromatografi plağı: Üzeri silisyum jeli, alüminyum oksit gibi bir adsorban madde ile kaplı 20x20 veya 5x20 cm ebadında cam plaklardır. Çözücü: Organik çözücüler tek başlarına, karışımlar hâlinde veya suyla doyurulmuş olarak kullanılmaktadır. Kullanılmakta olan başlıca çözücüler, elüsyon kuvvetlerine göre şu şekilde sıralanırlar: Hekzan, benzen, kloroform, eter, etil asetat, izopropanol, etanol, metanol ve piridin. Uygun çözücüyü bulmak için tecrübeye, önce benzen veya kloroform ile başlanır. Eğer madde kâfi derecede sürüklenmez ise elüsyon kabiliyeti daha yüksek olan çözücülere geçirilir veya çözücü karışımları denenir.

Kromatografinin yapılışı: Nümûne çözeltisi, kâğıt kromatografisinde olduğu gibi plağın alt kısmına çizilmiş olan hareket hattı üzerine bir mikropitet ile konulur. Damlanın kuruması beklenir. Bir iğne ile hareket hattından 10 cm uzaklıkta mesafe işaretlenir ve plak kromatografi küvetine, hareket hattı aşağı gelmek üzere konulur. Çözücü sınırı hareket hattının 10 cm üzerindeki işarete gelince plak küvetten çıkarılır ve bir müddet açık havada tutularak kurutulur. Lekelerin yerleriUV(Uzun dalga 365 mikrometre veya kısa dalga 254 mikrometre) veya özel revelatörler kullanılarak tesbit edilir.

Ayrıca sülfürik asit, nitrik asit gibi kuvvetli asitler ve kâğıt kromatografisinde kullanılmayan diğer yakıcı maddeler de burada kullanılabilir. Basit ve kolay bir usûl de plâğa önce kesif sülfirik asit püskürtmek ve sonra bu plağı 200-250°C’de bir müddet ısıtmaktır. Bu suretle bütün organik maddeler kömürleşir ve beyaz zemin üzerinde siyah lekeler meydana gelir. İnce tabaka kromatografisi usulü ile kimyasal maddeler ve drogların saflık ve müessir madde yönünden kontrolleri yapılabildiği gibi, belirli şartlar altında elde edilen, kromatogramların özellikleri (lekelerin adeti, UV altında verdikleri renkler vs.) ne dayanılarak teşhisleri de mümkündür.

Kâğıt kromatografisi: Bir karışımda bulunan maddeleri birbirinden ayırmak ve şâhit maddeler yardımı ile teşhis etmek için kullanılan bir usûldür. Burada destek madde olarak özel şekilde hazırlanmış bir kâğıt, sürükleyici olarak da bir çözücü karışımı kullanılır. Bu karışımda esas îtibâriyle biri “duran” (genel olarak su) ve diğeri “hareketli” (organik bir çözücü) olmak üzere iki faz vardır. Hareketli faz, kâğıt üzerinde kapillarite olayına uygun olarak yürür. Organik çözücüde çok ve suda az çözünen maddeler, organik çözücüde az ve fakat suda çok çözünen maddelerden daha hızlı sürüklenirler.

Aparey: Cam kavanoz veya küvetler kullanılır. Organik faz bu apareylerin üst kısmında bulunan küvete konulur ve kâğıdın bir ucu bu küvete daldırılır.

Kâğıt: Özel olarak hazırlanmış filtre kâğıdı tipinde olan kâğıtlardır. Memleketimizde bilhassa İngiliz whatman Wo 1,2,3 kullanılır.

Kromatografinin yapılışı: Kâğıdın bir kenarına 5-6 cm mesâfeden bir çizgi çizilir. Bir mikropipet yardımıyla numune ve şâhit çözeltiler tatbik edilir. Bu sûretle hazırlanmış olan kâğıt, kromatografi apayreyine yerleştirilir ve bir ucu çözücü ile temasa getirilir. Çözücünün yükseldiği hudut, kâğıt apareyden çıkartıldıktan sonra kurşun kalemle, çizilerek belirlenir. Açık havada kurutulur. Nümûnede bulunduğu bilinen maddeler ile renk verecek reaktif püskürtülür. Etüvde kurutulur ve meydana çıkan lekeler tetkik edilir.

Gaz kromatografisi:
Gaz hâlinde bulunan veya ısıtıldığı zaman bozulmadan gaz hâline geçebilen bileşiklerin teşhislerini ve birbirlerinden ayrılmasını mümkün kılan bir tekniktir. Ayırmayı yapabilmek için geniş yüzeyli bir stasyoner faz (alüminyum oksit, silikajel, aktif kömür gibi katı bir madde veya kizelgur gibi inert bir maddeyle karıştırılmış, kaynama noktası yüksek bir sıvı) ve bir mobil faz (azot, helyum gibi inert bir gaz) kullanılmaktadır. Gaz kromatografisi halen, bilhassa uçucu yağların tetkikinde kullanılmaktadır. Bu teknik ile organik asitlerin, bâzı alkaloitlerin, bâzı glikozitlerin (kardiotonik glikozitler ve saponin glikozitleri) ve bazı hormonların kontrol ve teşhisleri yapılabilmektedir.

Peyzaj

Peyzaj bir noktadan bakıldığında görüş çerçevesi içine girebilen doğal ve kültürel varlıkların bir arada meydana getirdikleri görünüştür. Dilimize fransızcadan yerleşmiştir.

Böyle bakılınca içinde yaşadığımız dünya kaldırım taşından çocuk parkına doğa yürüyüşü yaptığımız dere kenarına,bir müzenin bahçesindeki eserlerin yerleştirilişine,çok katlı bir binanın çevre düzenlemesin,evimizin bahçesi ve rengine kadar hissettiklerimizin gördüklerimize bir yansıması halini alıyor. Çevre düzenlemesi peyzaj mimarlığının ilgi alanı içindedir

Ressamların yaptığı doğa görünümleri de peyzaj olarak adlandırılır.

Peyzaj resmi, dağlar, ovalar, ağaçlar, nehirler ve ormanları içeren manzaraları betimlemektedir. Peyzaj resminde gökyüzü vazgeçilmez bir unsur olarak yer almaktadır.

Peyzaj 15.inci yüzyıl başlarında Avrupa resim sanatında daha çok dinsel konulu temalarla ortaya çıkmıştır.

Çin'in geleneksel "saf" peyzaj resim geleneğinde, minyatür insan figürü yalnızca bir gözlem noktası olarak yer almakta olup izleyiciyi deneyime katılmaya davet etmektedir.

Peyzaj Türleri


*  Gökyüzü veya Bulut Peyzajları, bulutlar, hava veya atmosfer durumlarını betimleyen resimler.
*  Mehtap Peyzajları.
*  Deniz Peyzajları, okyanus, deniz ve kıyı manzaralarını anlatan resimler.Su Ürünleri
*  Nehir Peyzajları.
*  Kent Peyzajları.
*  Kuşbakışı Peyzajları, özellikle uçak ve diğer hava araçlarından görüntülenen manzaraları betimlemektedir.

Bilimsel Yöntemin Yaygınlaşması

Principia'nm yayımlanması Kopernik'le başlayan hareketin doruğunu oluşturur ve bu niteliğiyle de bilimsel devrimin simgesi olarak kabul edilir. Kopernik'in büyük yapıtıyla aynı yılda, anatomi dalında bu yapıta eşdeğer önemde bir kitap yayımlandı. An-dreas Vesalius De humani corporus fabrica (İnsan Gövdesinin Yapısı Üzerine) adlı bu yapıtında Galenos'un anatomisini eleştirel bir yaklaşımla ele alıyor ve kendi çalışmalarına dayanarak onun birçok yanlışını düzeltmek olanağını buluyordu. Vesalius'un bu yapıtı anatomi alanında yoğun çalışmaların başlangıcını simgeliyordu.

Bu çalışmalar William Harvey'in kan dolaşımını bulmasıyla doruğuna ulaştı. Harvey'in 1628'de yayımlanan De motu cordis et sanguinis in animalibus (Hayvanlarda Kalp ve Kan Hareketleri Üzerine) adlı yapıtı, fizyolojinin Principia'sı olarak kabul edilir. Bu yapıt anatomi ve fizyolojinin bağımsız bilimler olarak ortaya çıkışına öncülük etmiştir.

Eleştiri ve sistemleştirme çabaları başka bilimlerde pek başarılı olamadı. Örneğin kimyada, ortaçağ ve yeniçağ simyacılan, önemli yeni maddeler (örn. mineral asitleri) bulunmasına ve yeni yöntemler (örn. damıtma) geliştirilmesine yol açan çalışmalar yapmışlarsa da, kuramı, anlaşılması hemen hemen olanaksız mistik bir anlatımın içinde boğmuşlardı. Robert Boyle'un kesin ve belirli tanımlan, deneylerin yinelenebilirliği ve kimyasal süreçlerin mekanik olarak ele alınması gibi konulardaki çabaları yararlı olmuştu, ama kimya bilimi henüz bir devrime hazır değildi.

Birçok alanda, ele alınıp incelenmesi gereken olguların çok büyük bir yığın oluşturması, bunların anlaşılabilir bir bütünlüğe kavuşturulmasını olanaksız kılıyordu. Mikroskop ve teleskop gibi yeni bulunan aygıtlarla gerçekleştirilen gözlemler, keşif gezilerinden getirilen çok sayıdaki bitki ve hayvan örnekleri, insanoğlunun tanıyıp anlamak durumunda olduğu dünyayı alabildiğine genişletmişti. Bu durumda yapılabilecek iş, yeni nesne ve olguları doğru biçimde betimlemek ve günün birinde bütün bunların tutarlı bir bütünlüğe kavuşturulabileceğini ummaktı.

Bilgi hacminin çığ gibi büyüyerek dev boyutlara ulaşması, eski kurumların ve çalışma biçimlerinin giderek değişmesine yol açtı. Bilginin artık geniş çevrelere, üstelik hızla ulaştırılması gerekiyordu. Bu amaçla bilim dernekleri kurulmaya başladı. İlk bilim dernekleri 17. yüzyılın başlarında İtalya'da ortaya çıktı. Londra'daki Royal Society 1662'de, Fransız Bilimler Akademisi ise bundan dört yıl sonra kuruldu. Bu derneklerin yayımlamaya başladığı dergiler, yeni buluşların açıklandığı, tartışıldığı ve eleştirildiği bir iletişim ortamı görevini üstlendi.

Primatoloji

Primatoloji, primatları inceleyen bilim dalıdır. Bu bilim, insanı (Homo sapiens) Homo genusunun bir üyesi olarak ele alan biyolojik antropolojinin yanı sıra biyoloji ile yakın ilişki içerisindedir.

Aromaterapi

Aromaterapi, bitkisel öz yağların kimyasal yapısı ve enerjilerinden faydalanan ve masaj, teneffüs (buğu), kompres, banyo ve diğer yollarla uygulanmasını içeren, sağlık ve güzelliği destekleyen doğal bir terapidir. Bitkisel öz yağlar, aromatik bitkilerden buhar-damıtma yoluyla elde edilen konsantre yağlardır. Bu öz yağlar günlük yaşamda genellikle kullanılan diğer vücut yağlarının aksine, cilt tarafından çok kolay emilen, çok güçlü etkileri olan ve dikkatle kullanılması gereken yağlardır.

Uzman uygulamalarla Aromaterapi gerek fizyolojik sorunların gerekse stres kaynaklı duygusal problemlerin çözümü için destek sağlar. Aromaterapi beden ve aklın bir bütün olarak değerlendirildiği bütünlükçü -holistik- bir yaklaşımdır. Günümüzde özellikle destekleyici terapi yöntemleri arasında Aromaterapi’nin önemli bir yeri olduğu kabul görmektedir.

Koruyucu sağlığın genelde hastalıklardan korunmak için bedeni güçlendirmeye dayandığı bilinmektedir. Aromaterapi'den faydalanmak için çok belirgin bir şikayetinizin olması gerekmez. Günümüzün stresli yaşam biçiminden kurtularak sağlıklı bir ruh, beden ve zihin gücüne sahip olmak için de Aromaterapi'den yararlanabilirsiniz.

Akrep Sokması

Akrep Sokmaları, Yurdumuzun GüneydoğuAnadolu Bölgesi'nde zehirli akrepler bulunmaktadır. Genellikle elbiselerin ve ev eşyalarının içinde bulunur. Zehirlerinin içinde toksalbümin ve düşük oranda da bazı enzimler bulunur.

Akrep Isırması

Türkiye'nin hemen her yöresinde çok rast­lanan bir türdür. Zehiri, kuyruğunun ucun­da bulunur. Kuyruğun uzantısı olan iğneyle, sokar ve vücuda akıtır. Ağrısı büyüktür ve be­raberinde bazı araz da görülebilir (ürperme, ateş yükselmesi, şok hali, kas kasılması, hat­ta boğulma).

Akdeniz akrepleri yine de en tehlikelileri sayılmaz: Afrika'da insanın ölümüne dahi se­bep olan türler çoktur.

Tedavi ve Yapılması Gerekenler


Önemli olan önce acısını geçirmek ve ya­rayı dezenfekte etmektir. Komplikasyon durumları, özellikle de şok hâli ortaya çıkarsa, doktora haber verin. Tehlikeli türlerinin sokmalarında kazaze­deye akrep serumu en kısa zamanda ya­pılmalıdır. Fakat yılan serumunda oldu­ğu gibi, bunda da iğnenin bir doktor ta­rafından yapılmasında yarar vardır.

Belirti ve Bulgular


Sokma yerinde lokal olarak şişme, şiddetli ağrı, göz yaşarması, aksınk, tükrük salgısının artması ve diyare bulunur. Nörotoksik belirtilerden hipertansiyon, solunum yetmezliği, konvülsiyon gibi bulgular da gelişir.

Tedavi ve Bakım


lsırılan yerin üzerine turnike uygulanır, insiıyon yapılarak zehir emilir. Lokal olarak permanganat veya amonyak sürülür. Akrep serumu (serum antiscorpionique) lokal olarak kas içine yapılır. Hidrokortizon hemisüksinat 250 mg veya madili IV verilir. Bulantılara karşı atropin 1 mg SC yapılır.

Hipofiz Bezi

Hipofiz veya diğer adıyla Pitüiter bez beyin tabanında sellar çukurda (sella turcica) yer alan ve sella diafram ile çevrelenmiş endokrin görevleri olan bir yapıdır.Pitüiter bez düzenleme amaçlı homeostatik ve stimulasyon amaçlı trofik hormonlar salgılamaktadır. Foksiyonu hipotalamus uyarımı aracılığı ile olmaktadır.

ACTH, TSH, prolaktin, growth hormon, endorfin, FSH, ve LH

Ön hipofizden salınmaktadır. Bu hormanlar üzerinde ters geri besleme mekanizması vardır. Bir hormon kanda yeterli düzeye ulaştığı zaman salınım durmaktadır.

Posterior hipofiz (nörohipofiz)

Hipotalamus ile tuberoinfundibuler yol ile ilişkisi vardır ve uyarıcı hormonlar hipofize bu yoldan sinir hücreleri aracılığı ile taşınır. Buradaki hormonlar;

* Oksitosin, hipotalamusda paraventriküler nükleusdan gelir.
* Antidiüretik hormon (ADH), hipotalamusdan supraoptik nükleusdan gelir.

İntermediate lob (Ara lob)

Bazı canlı türlerinde aktif rol oynamaktadır. Balıklarda renk değişiminde görev yapar. İnsanlarda çok ince bir yapıdadır ve melanosit stimüle edici hormon (MSH) salınımıda rol oynar.

Hipofiz bezi hormonlarının etki gösterdiği fonksiyonlar şunlardır;

* Büyüme
* Kan basıncı
* Hamilelik ve çocuk gelişiminin bazı dönemleri
* Anne sütü salınımı
* Erkek ve kadında cinsel organ fonksiyonu
* Tiroid bezi fonksiyonları
* Besinlerin enerjiye dönüşümü (metabolizma).
* Su ve osmalarite regülasyonu.

Kök Hücre

Kök hücreler vücudumuzda bütün dokuları ve organları oluşturan ana hücrelerdir. Henüz farklılaşmamış olan bu hücreler sınırsız bölünebilme ve kendini yenileme, organ ve dokulara dönüşebilme yeteneğine sahiptir. Bu özellikleri bakımından kök hücreler kanser, sinir sistemi hastalıkları (Alzheimer) ve hasarları, metabolik hastalıklar (diyabet), organ yetmezlikleri, romatizmal hastalıklar, kalp hastalıkları, kemik hastalıkları ve daha birçok alanda kullanıma sahiptirler.

Günümüzde bu hastalıkların bazılarının tedavisinde organ veya doku nakilleri yapılmaktadır. Ancak, organ veya doku nakli gerektiren hastaların çokluğu, uygun organ ve dokunun her zaman bulunamaması gibi sorunlarla sürekli karşılaşılmaktadır. Bilim ve teknolojideki son gelişmeler doğrultusunda Kök hücrelerin bu alanda kullanılması gündeme gelmiştir.

Kök Hücreler nereden elde edilirler?

İnsan türü tek bir hücrenin çoğalmasıyla meydana gelmiştir.Bu hücre zigot olarak adlandırılır. Bu yapı döllenmeden hemen sonra oluşur. Zigot daha bölünmeye başlar ve bu bölünme sonucunda embriyo (cenin) meydana gelir. Embriyo bölünmeye devam eder ve embriyonun hücre sayısı katlanarak artar. Döllenmeden yaklaşık 5 gün sonra ise 150 hücre civarında içi sıvı ile dolmaya başlayan kistik bir yapı oluşur. Bu yapı blastokist olarak adlandırılır. Blastokist bir kum taneciğinden daha küçüktür ve içerisinde artık iki tür hücre gurubu barındırmaktadır. Bu yapının iç kısmında bebeği oluşturmak üzere gruplanan hücreler embryonik hücreler olarak adlandırılır. Bu hücre gurubu vücudun bütün organ ve dokularını oluşturmak üzere çoğalıp yönleneceklerdir ve tıp dilinde pluripotent hücreler olarak adlandırılırlar. Dolayısıyla embriyo bölünmeye başladığından itibaren oluşan kök hücreler embriyonik kök hücrelerdir. Pratikte embriyonik kök hücre denince blastokist içerisindeki embriyoblast denilen ve bebeği oluşturmak üzere farklılaşmış hücreler anlaşılır.

Kök hücreler aynı zamanda embriyonun bundan sonraki gelişme dönemlerinde yani fetus denen aşamada, doğumla birlikte kordon kanında ve yetişkin vücudunda da özellikle kemik iliği ve yağ dokusunda bulunurlar. Embriyonik kök hücrelere göre gelişmenin daha sonraki basamaklarında görülen bu hücreler elde edildikleri döneme göre giderek daha sınırlı bir bölünme ve farklılaşma yeteneği gösterirler. Yetişkin kök hücreler daha ziyade elde edildikleri organ ve dokuya dönüşme eğilimindedirler ve multipotent kök hücreler olarak adlandırılırlar. Yetişkinde her organ ve dokuda aynı sayı ve potansiyelde kök hücrelere rastlanmaz. Örneğin, beyinde bu hücreler oldukça az sayıda bulunmaktadır. Bu nedenle beyin hasarlarında bir kemik veya doku gibi organ yenilenmesi olmaz, hasar genellikle kalıcıdır ve ciddi sonuçlar doğurur. Günümüzde, araştırmacılar yetişkin dokulardan elde edilen kök hücrelerin diğer organ ve dokulara farklılaşması yönünde çalışmalar yapmaktadırlar.

Kök Hücre Tedavisi


Vücudumuzun önemli bir bölümünde beyin, kalp, karaciğer gibi organlara farklılaşmış hücreler ciddi hasarlar gördüklerinde doğal biçimde yenilenemez. Kök hücreler bölünebilme ve farklılaşma yetenekleri sayesinde sağlıklı ve işlev gören hücrelere farklılaşabilirler. Bu nedenle hastalık veya yaralanma nedeniyle hasar göre organ ve dokuların yenilenmesinde kullanılabilirler.

Hastalanmış hücrelerin sağlıklı hücrelerle değiştirtmesine yönelik bu tedavi biçimi "hücre tedavisi" olarak adlandırılmaktadır. Bu tedavi organ nakline benzerlik göstermektedir, ancak organ yerine hücreler kullanılmaktadır. Organ nakline göre bir diğer farkı sağlıklı hücreler kişinin kendisinde alınabilir ve bu nedenle de doku uygunluğu gibi sorunlarla karşılaşılmaz. Diğer taraftan, kordon kanı hücreleri de aynı amaçlarla kullanılabilmektedir. Ancak kordon kanı hücreleri de sanıldığının aksine kısıtlı bir kullanıma sahiptirler.

vericinin sağlanmasıyla yapılan kök hücre tedavileri kan kanseri ve diğer bazı kanser türlerinde yaygın kullanılan ve bilinen tedavi yöntemleridir. Ancak, belirgin yan etkiler ve verici bulunmasındaki zorluklar kullanımı sınırlandırmaktadır. Gelecekte kişinin kendi kök hücrelerinde yapılabilecek genetik değişimlerle birlikte yapılabilecek tedaviler daha yaygın ve etkili bir kullanım sağlayabilir.

Günümüzde araştırmacılar organ naklinin yerini alabilecek ve organ nakli olanağı olmayan hastalar için kullanılabilecek kök hücre tedavisi ile ilgili çalışmalar yapmaktadırlar. Dolayısıyla, kök hücre tedavileri henüz araştırma bazındadır. Ancak, kalp kasının yenilenmesi, diyabet, romatizma grubundaki hastalıklar, sinir sistemi hastalıları (Parkinson, Alzheimer) sinir sitemi ve omurilik yaralanmaları, karaciğer hasarları gibi birçok konuda umut vaat eden çalışmalar hızla devam etmektedir. Klinik olarak, ortopedik kusurlar, impotans gibi bazı ürolojik rahatsızlıklar ve deri hastalıklarında hücre tedavisi diğer durumlara göre daha fazla yol almıştır. Ancak, kök hücre tedavisi omurilik yaralanmalarını da içermek üzere henüz kuramsal temellidir ve pratiğe yansıyan çok az bilgi ve gelişme vardır.

Düz Kas Hücresi

Düz kas hücresi, kas hücrelerinden biridir. Her hücre ip biçimindedir. İskelet kas hücresi ve kalp kası hücresinden farkı, kas hücrelerinin birbirinden bağımsız ve tek çekirdekli olmasıdır.

Kan damarları, sindirim borusu, dölyatağı, idrar kesesi gibi iç organların yapısında bulunur. Bu kaslar, kendiliğinden ve hormonların denetimiyle kasılırlar.

Fibröz Kıkırdak

Fibröz kıkırdak veya fibrokartilaj, ismini yoğun oranda fibröz doku içermesinden alır. Zaman zaman beyaz kıkırdak olarak da anılır. Omurlararası disklerde, bazı tendon veya ligamanların kemiklere bağlandığı yerlerde bulunur. Omurlararası disklerde bulunan fibröz kıkırdak hiyaline oranla daha fazla kolajen ihtiva eder. Hiyalin ve elastik kıkırdakların tersine, fibröz kıkırdağın perikondriyumu bulunmaz.

Dermatoloji

Dermatoloji, cilt hastalıkları ve tedavisiyle ilgilenen tıp dalı. Deri bilimi olarak da adlandırılmaktadır. Saç dökülmesi hangi nedene bağlı olursa olsun eğer bir kişi böyle bir durumdan yakınıyor ise hiç paniğe kapılmadan bir Deri Hastalıkları (Dermatoloji=Cildiye) uzmanına başvurmalıdır. Dermatolog adı verilen uzmanlar teşhisi rahatlıkla koyar ve hastaya uygun bir çözüm yolu önerirler. Bazen çözümün çok basit olabileceği unutulmamalıdır.

Deri Hastalıkları olarak da bilinen dermatolojik rahatsızlıklardan en yaygın olanları Sedef Hastalığı, Akne, Hulusi Behçet'in keşfettiği Behçet Hastalığı, Allerji, ve sık görülen bir cinsel rahatsızlık olan HPV olarak sıralanabilir. Bunlara ek olarak bir çok dermatolojik rahatsızlık gündelik yaşantımızda karşımıza çıkabilir. Bunun için öncelikle bu hastalıklar konusunda az da olsa bilgi sahibi olmalı ve herhangi bir hastalığın belirtilerinden şüphelenildiğinde hemen bir uzmana danışılmalıdır. Unutulmamalıdır ki bir hastalığın tedavisinde en faydalı etkenlerden birisi erken teşhistir.

Ebe (Hemşire)

Ebelik programı, ana-çocuk korunması ve tedavi hizmetlerinin yürütülmesinde görev alacak sağlık elemanı yetiştirir. Ebeler kırsal alanda sağlık hizmetlerinde denetici ebe, ziyaretçi ebe olarak. Tedavi kurumlarında doğumhane ve aile planlaması kliniklerinde sorumlu ebe, klinik ebesi veya eğitimci ebe olarak görev alırlar.

Ebelik Programının Amacı : Ebelik programı ana-çocuk sağlığının korunması ve tedavi hizmetlerinin yürütülmesinde görev alacak sağlık elemanlarını yetiştirir.

Ebelik Programında Okutulan Belli Başlı Dersler : Ebelik programında temel fen, tıp ve sosyal bilim dersleri ile ebelik meslek dersleri okutulur. Derslerin tüm uygulamaları hastanelerde, doğumevlerinde ve ana-çocuk sağlığı merkezlerinde yaptırılır.

Ebelik için Gereken Nitelikler :
Ebelik kızlara açık bir meslektir. Ebe olmak isteyen bir kimsenin sağlık konularına ilgi duyan, insanlara yardım etmekten mutlu olabilen, sorumluluk duygusu güçlü kimseler olmaları gerekir.

Ebelik Programının Bulunduğu Üniversiteler ve Fakülteleri :

ANKARA - ANKARA CEBECİ SAĞLIK YÜKSEKOKULU
MARMARA - İSTANBUL ZEYNEP KAMİL SAĞLIK YÜKSEKOKULU
EGE - İZMİR ATATÜRK SAĞLIK YÜKSEKOKULU
OSMANGAZİ - ESKİŞEHİR SAĞLIK YÜKSEKOKULU
BALIKESİR - BALIKESİR SAĞLIK YÜKSEKOKULU
SELÇUK - KONYA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
ÇUKUROVA - ADANA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
AKDENİZ - ANTALYA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
ADNAN MENDERES - AYDIN SAĞLIK YÜKSEKOKULU
ERCİYES - KAYSERİ ATATÜRK SAĞLIK YÜKSEKOKULU
İSTANBUL - ŞİŞLİ SAĞLIK YÜKSEKOKULU
ONDOKUZ MAYIS - SAMSUN SAĞLIK YÜKSEKOKULU
CELAL BAYAR - MANİSA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
MERSİN - İÇEL SAĞLIK YÜKSEKOKULU
ONSEKİZ MART - ÇANAKKALE SAĞLIK YÜKSEKOKULU
İNÖNÜ - MALATYA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
KOCAELİ - KOCAELİ SAĞLIK YÜKSEKOKULU
KARADENİZ TEKNİK - TRABZON SAĞLIK YÜKSEKOKULU
SÜLEYMAN DEMİREL - ISPARTA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
SÜTÇÜ İMAM - KAHRAMANMARAŞ SAĞLIK YÜKSEKOKULU
SAKARYA - SAKARYA SAĞLIK YÜKSEKOKULU
CUMHURİYET - SİVAS SAĞLIK YÜKSEKOKULU
NİĞDE - NİĞDE ZÜBEYDE HANIM SAĞLIK YÜKSEKOKULU
TRAKYA - EDİRNE SAĞLIK YÜKSEKOKULU
FIRAT - ELAZIĞ SAĞLIK YÜKSEKOKULU
KARADENİZ TEKNİK - GİRESUN SAĞLIK YÜKSEKOKULU
GAZİOSMANPAŞA - TOKAT SAĞLIK YÜKSEKOKULU
İNÖNÜ - ADIYAMAN SAĞLIK YÜKSEKOKULU
YÜZÜNCÜ YIL - VAN SAĞLIK YÜKSEKOKULU

Ebelik Mezunlarının Kazandıkları Ünvan ve Yaptıkları İşler : Ebelik programını bitiren bir öğrenciye "Ebe" ünvanı verilir. Ebelik, temelde annenin ve çocuğun, genelde ailenin ve toplumun sağlığını korumayı amaçlayan bir hizmettir. Bu hizmet, doğum öncesi, doğum ve doğum sonrası dönemlerde annenin düzenli izlenmesinden, gerekli bakım ve eğitimin verilmesinden, normal doğumların yapılmasından, normalden sapma durumlarının teşhis edilip sağlık örgütüne sevk edilmesinden, aile planlaması eğitimi ve uygulanmasından, 0-6 yaş grubu çocukların büyüme ve gelişmelerinin izlenmesi ve aşılarının yapılmasından, genel sağlık kuralları, beslenme, ilk yardım, aşı, bulaşıcı ve sosyal hastalıklardan korunma ve savaşla ilgili konularda bireye, aileye, topluma sağlık eğitimi verilmesinden, sağlık hizmetlerinde kullanılan sayısal verilerin toplanmasından sorumlu bir meslektir. Ebenin temel görevi, bireyin, ailenin ve toplumun sağlığını koruma, yükseltme ve sürdürmedir. Ebeler, koruyucu sağlık hizmetlerinde çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezlerinde ve sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiği bölgelerde ve tedavi edici sağlık kurumlarında, doğumevleri ve hastanelerin doğum kliniklerinde görev alabilirler.

Ebelerin Çalışma Alanları : Ebeler, kırsal alana sağlık hizmetlerinde denetici ebe, ziyaretçi ebe olarak; tedavi kurumlarında, doğumhane ve aile planlaması kliniklerinde sorumlu ebe veya klinik ebesi, eğitimci ebe olarak görev alırlar.

Ülkemizde ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması hizmetlerinin etkin biçimde götürülmesinde iyi yetişmiş ebeye ve ebelik hizmetlerinde denetime ihtiyaç vardır. Sağlık hizmetlerinde sosyalleştirme çalışmalarının yaygınlaşması ile mezuniyetten sonra ebelerin bu alanlarda iş bulma olanakları geniştir.

Eczacılık

Sentetik ve biyolojik kökenli ilaç hammaddelerinin elde edilmesi, fiziksel, kimyasal, ve biyolojik özelliklerinin incelenmesi, değerlendirilmesi, kaliteli ilaçların saklanması, kullanılması gibi konularda eğitim ve araştırma yapılır. Eczacıların çoğunluğu kendilerine veya başkalarına ait eczanelerde, bazı laboratuarlarda, ilaç endüstrisinde araştırmacı veya ilaç tanıtıcı olarak çalışabilirler.

Eczacılık Programının Amacı : Eczacılık programında, sentetik, yarı sentetik veya biyolojik kökenli ilaç hammaddelerinin elde edilmesi, fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerinin incelenmesi, değerlendirilmesi, kaliteli ilaç üretimi ve ilaçların saklanması, kullanılması gibi konularda eğitim ve araştırma yapar.

Eczacılık Programında Okutulan Belli Başlı Dersler : Eczacılık programında, başta kimya olmak üzere fizik, matematik ve biyoloji dersleri verilir. İlaç hammadde ve şekillerinin üretim tekniklerine ve kullanışlarına ilişkin lisans dersleri ise genellikle son iki yılda toplanmıştır. Eczacılık fakültelerinde dersler kuramsal ve uygulamalı olarak yürütülür. Öğrenciler uygulama derslerini fakülte laboratuarlarında sürdürmekte ve eğitim süresi boyunca değişik yıllara dağılmış olarak eczane, hastane ve endüstride staj yapmaktadırlar.

Eczacılık için Gereken Nitelikler : Eczacılık programına girebilmek ve bu fakültede başarılı olabilmek için normalin üstünde akademik yeteneğe ve bilimsel meraka sahip olmak, fen bilimlerine ve özellikle kimyaya ilgi duymak gerekir.

Eczacılık Bulunduğu Üniversiteler ve Fakülteleri :

HACETTEPE - ECZACILIK FAKÜLTESİ
ANKARA - ECZACILIK FAKÜLTESİ
MERSİN - ECZACILIK FAKÜLTESİ
YEDİTEPE - ECZACILIK FAKÜLTESİ
GAZİ - ECZACILIK FAKÜLTESİ
MARMARA - ECZACILIK FAKÜLTESİ
EGE - ECZACILIK FAKÜLTESİ
ANADOLU - ECZACILIK FAKÜLTESİ
İSTANBUL - ECZACILIK FAKÜLTESİ
ATATÜRK - ECZACILIK FAKÜLTESİ

Eczacılık Mezunlarının Kazandıkları Ünvan ve Yaptıkları İşler : Eczacılık programını bitirenlere "Eczacı" ünvanı verilir. Eczacı, sağlık hizmetleri grubundan bir meslek adamı, aynı zamanda bir ticaret adamıdır. Serbest eczacı olarak ilaç alıp satmak bir ticaret işidir. Ancak halka ve sağlık memurlarına ilaçların kaliteleri, nitelikleri hakkında bilgi verme ve tavsiyelerde bulunma işleri dolayısıyla eczacılık bir sağlık mesleğidir. Eczacılar reçetelerde doktorlarca istenen hazır ilaçları müşteriye satar, hazırlanması gerekli ilaçları hazırlar, reçetesiz satılan ilaçlar konusunda müşterileri uyarır. Eczacılar çalışmalarını laboratuar, eczane gibi ilaç kokularının yaygın olduğu kapalı yerlerde yürütme durumundadırlar. Bu nedenle eczacı olmak isteyen bir kimsenin bu çalışma ortamını dikkate alması yararlı olur. Bir eczacının ekonomi ve alım satım işlerine de ilgi duyması, çalışmalarında çok dikkatli ve titiz davranması, sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gerekmektedir.

Eczacıların Çalışma Alanları : Eczacıların çoğunluğu kendilerine veya başkalarına ait eczanelerde, bir kısmı ise hastanelerin eczanelerinde sorumlu eczacı olarak, bazıları laboratuarlarda, ilaç endüstrisinde araştırmacı veya ilaç tanıtıcısı olarak çalışırlar, küçük bir kısmı ise eğitim ile uğraşırlar.Eczacılık fakültesi mezunlarının kamu kuruluşlarında iş bulma olanağı son yıllarda çok azalmış görünmektedir. Serbest eczacı olmak isteyenler için de eczane açacakları bölge ya da şehir önem kazanmaktadır. Büyük kentlerde ihtiyaçtan fazla eczane vardır.

Genetik Şifre

Hücreler kendi özelliklerini yeni hücrelere genetik şifrelerle aktarırlar. (DNA diğer biyomoleküllerden farklı olarak kendini kopyalama yeteneğine sahiptir.

Bu özelliği hücrelerin bölünmesine neden olur. Yapılan özenli deneyler DNA'nın üzerinde kodlanmış (şifrelenmiş) bilgilerin varlığını kanıtlamıştır. DNA'daki nükleotitlerin dizilişi bu şifreleri oluşturur. Hücre yönetiminde DNA üzerindeki bu şifreleri kullanır.DNA ve RNA alfabesi dört harften oluşur. Bu harflerin 3 tanesi (triplet) bir kodon oluşturur.DNA alfabesi : A–S–G–TRNA alfabesi : A–S–G–U 1 kod (kodon) 1 aminoasit için yapılır.4harfle 43 = 64 farklı şifre oluşturulabilir.DNA mesaj ve emirlerini bu 64 farklı şifreyle verir.

HÜCREDE PROTEİN SENTEZİ

1– Transkripsiyon, mRNA'nın sentezlenmesi, böylece proteni sentezi için gerekli şifre aktarılır. mRNA sentezlenir.Bunun için DNA'nın mesaj taşıyan bölümünün H bağları kopar, Anlamlı (şifre veren) DNA ipliği üzerinde mRNA sentezlenir.

2– Mesaj taşıyan mRNA çekirdek zarının porlarından sitoplazmaya geçer. Ribozomun küçük alt birimine yapışır.

3– Ribozomun küçük ve büyük alt birimleri birbirine bağlanır. Ribozom aktifleşir.

4– mRNA bir ucuyla ribozoma yerleşince tRNA ilgili amino asiti kendine bağlayıp aktifleşir.

5– Aktifleşen tRNA mRNA şifresine göre ribozoma girer.(Amino asitleri tRNA'ya bağlayan bağlar yüksek enerjilidir.)

6– Mesaj antikodon ucundan dış yüzeye geçerek giren mRNA kodonuyla zayıf H bağları oluşturur. (Önce başlangıç sonra diğerleri)

7– Şifrelerin bu şekilde (mRNA–H–tRNA bağlanmasıyla) okunması sağlanır. Sırasıyla aminoasitler arasında enzimlerle peptit bağları oluşturulur. Görevi biten tRNA lar ribozomu terkeder. Yerine bir sonraki tRNA antikodonu kayar. Böylece tüm mRNA kodonları sırasıyla tRNA'larla eşleşerek kendilerini okutarak aminoasitlerin sırayla zincire eklenmesini sağlarlar. Bu olaya TRANSLASYON denir.• Aminoasit eklemesi tamamlanınca DUR anlamına gelen mRNA kodonları girer. Bunlar UGA–UAA ve UAG dır.• Protein sentezi gereksinim duyulan miktarda protein sentezleninceye kadar devam eder.• Bütün proteni sentezleri (AUG) mRNA kodonuyla başlar. Bu metionin aminoasiti ekle anlamına gelir. Sentez tamamlanınca bu aminoasit koparılarak proteinden ayrılır. Her protein özgül konumunu kazanır.

Yapay DNA

ABD'li bir grup araştırmacı, her canlının doğal kalıtım şifresi olan DNA'yı, yapay yeni eklerle "zenginleştirmeye" çalışıyor. Hedefleri, bu yolla şimdiye değin doğada hiç görülmemiş proteinler elde etmek.

Yalnızca RNA (ribonükleik asit) taşıyan bazı virüsler dışında, tüm canlı organizmalar, genetik bilgilerini hep aynı dört bazdan oluşan, yangın merdiveni gibi sarmal biçimde birleşmiş DNA (deoksiribonükleik asit) dizelerinde taşırlar. Bu bazlar, adenin, timin, sitozin ve guaninden oluşuyor.

Bunlardan adenin, yalnızca timin; sitozin de yalnızca guaninle birleşiyor. Bazlar, kodon adı verilen üçlü dizeler oluşturuyor. Her kodon da doğada bulunan 20 amino asitten birini seçerek protein zincirlerine ekliyor.

La Jolla'da (California) bulunan Scripps Araştırma Enstitüsü moleküler biyologlarından Floyd Romesberg başkanlığındaki ekip, orijinal dört DNA bazına sentetik yeni bazlar ekleyerek kodon modeli sayısını arttırmayı denemiş.

Araştırmacılara göre bu yeni kodonların yapay amino asitler üretmeleri, bunların da yepyeni proteinler oluşturmaları gerekiyor.Gerçi doğal olmayan bazlarla yapılan deneyler, 1980'li yıllara değin gidiyor; ama şimdiye kadar bunların eklendiği DNA örnekleri hep kararsız duruma dönüşmüş.

Romesberg ve ekibiyse, bu engeli aşmış görünüyor. Araştırmacıların oluşturduğu 20 yapay baz, tıpkı doğalları gibi şekerlere bağlanıp nükleosid oluşturmuş. Ekip daha sonra bu yapay bazlardan birini, tek bir DNA şeridine eklemiş. DNA'nın kendini kopyalama sürecinde polimeraz denen enzimler, tek şerit halinde dizili kalıpları okuyup, gerekli bazları ekleyerek çiftler oluştururlar. Örneğin, adenini timine, sitozini guanine bağlarlar. Doğal olmayan bir bazsa, değişik biçimde olduğundan gene değişik bir bağ kurar.

Daha önceki araştırmalarda polimerazların bu yapay bazları da gene yapay çiftlere bağladığı görülmüş. Ancak karşılaşılan sorun, bu yapay çiftin, DNA'nın kopyalanma sürecini durdurması.Sorunu aşmak için ekip, değişik yapıdaki polimerazları, yapay bazlarla deneyerek sonunda sistemi durdurmadan işleyen bir model elde etmiş.

Deney sonunda kopyalama işleminin, yapay baz çiftinde kesilmeyerek sürdüğü görülmüş. Ancak, araştırmacılar sınama ve yanılma yöntemiyle çalıştıklarından süreç ağır işliyor.Ekibin en son amacı, yapay DNA'yı bakterilere aşılayarak, hücre etkinliklerini kesintiye uğratmadan yeni kodonların okunup kopyalanmasını sağlamak. Hedef gerçekleşirse, tıpta ve kimya sanayiinde kullanılabilecek yepyeni proteinler elde edilebilecek.

Üroloji

İdrar yollarının ve erkeklerde üreme organlarının yapısı, hastalıkları ve tedâvileriyle uğraşan tıbbın bir cerrâhî dalı. Ürolojinin bir diğer adı, bevliyedir. Üroloji dalında ihtisas yapan hekimlere ürolog denilmektedir. Böbrek taşları, pyelonefritler, üreter ve mesâne taşları, idrar yollarıyla ilgilidirler. Tümörler, prostat büyümeleri ve iltihapları, erkeklerdeki kısırlıkların teşhis ve tedâvisi gibi birçok konular hep ürolojinin ilgi sahası içine girmektedir. Hastalıkların teşhisinde kan ve idrar tahlillerinden, ilâçlı ve ilâçsız röntgen filmlerinden, endoskopik incelemelerden; ultrasonografiden istifâde edilmektedir.

Ürik Asit

Pürin grubunda yer alan organik bir bileşik. Kuşlarda ve sürüngenlerde sindirim sırasında proteinin parçalanmasıyla açığa çıkan azotun büyük bölümü ürik asit biçiminde vücuttan atılır. İnsanlarda nükleoproteinlerin bileşenleri olan pürinlerin parçalanması sonucunda çok az miktarda ürik asit oluşur ve idrarla dışarı atılır. Ancak gut hastalığında kandaki ürik asit seviyesi yükselir. Ürik asit oluşumunun artması böbrek taşlarından üratların oluşumuna sebep olur.

Üremi

Çeşitli sebeplerle ortaya çıkan böbrek yetmezliğinin son döneminde meydana gelip, şuur bulanıklığı ve koma içinde ölüme götüren hastalık hâli.

Üremi; sinir sistemi, mîde-barsak ve kalp damar sistemleri yönünden çeşitli belirtiler veren, üre birikimi ve asidozla kendini gösteren bir çeşit zehirlenmedir. Böbrek, vücudun asit-baz dengesini bozmak istidadında olan asit veya baz iyonları, hücre dışı sıvının iyon dengesini bozan fazla suyu veya iyonları, protein metabolizmasının son ürünlerini atmakla vazifelidir.

Böbrekler bu mühim vazifelerini başarabilmek için çok miktarda kan almak zorundadırlar. Böbreklerin süzme kâbiliyetinin azalmasıyla kanda, azot metabolizmasının son ürünleri artmaktadır. İdrarla atılması gereken azot metabolizması son ürünlerinin başlıcaları üre, ürik asit ve kreatinindir. Vücutta, kan proteinleri dışındaki bütün azotlu maddelerin ihtiva ettikleri toplam azot miktarının normal değeri% 20-40 mg’dır. Azotemi içinde en önemli yeri işgal eden üredir. Çünkü kandaki oranı diğer azotlu maddelere nazaran çok daha fazladır. Ortalama normal miktarı % 30 mg kadardır. % 50 mg’ın üstü anormal olarak kabul edilir. Ağır üremi vak’alarında kan üresinin % 500 mg’a kadar yükselmesi mümkündür.

Yurdumuzda genellikle azotemi hakkında fikir sâhibi olmak için kan üresinin ölçülmesiyle yetinilmektedir. Azotemi derecesiyle üremi, arasında kaba da olsa bir paralellik bulunması ilk önce üre, ürik asit, kreatinin gibi birikime uğrayan azotlu maddelerin suçlandırılmasına yol açmıştır. Daha sonraları potasyum yüksekliği, kalsiyum düşüklüğü gibi elektrolit sapmalarının, asidozun ve barsak kokuşma ürünlerinin üremi komasında etkili oldukları düşünülmeğe başlandı.

Yapılan bütün incelemeler üreminin bir üre zehirlenmesi olarak kabul edilmeyeceğini, vücutta biriken ürenin ancak çok yüksek seviyelere çıktığı zaman üremi belirtilerinden bâzılarını meydana getirebileceğini göstermiştir. Üremide görülen tendon reflekslerindeki canlılık, kas çekilmeleri, sinir kas sisteminin aşırı uyarılma belirtileri, iyonize kalsiyumun azalmasıyle ilgilidir. Vücuttan su ve tuz kaybının da, üremi belirtilerini şiddetlendirdikleri anlaşılmıştır. Üremiyi, teşekkül hızına göre had ve müzmin; altta yatan sebebin yerine göre de prerenal (böbrek öncesi), renal (böbrekle ilgili) ve postrenal (böbrek sonrası) olarak sınıflandırmak mümkündür. Prerenal (Böbrek öncesi) üremi sebepleri şöyle sıralanabilir:

Prer şoka yol açan bütün haller (ameliyat, travmalar, zehirlenmeler, sarî hastalıklar, yanıklar, şiddetli ishal ve kusmalarla birlikte giden hastalıkların ve şeker hastalığının sebep olduğu susuzluk şoku, Addison krizi),

ileri derecede kalp yetmezliği, Renal (Böbrekle ilgili)

Üremi sebepleri; çeşitli had ve müzmin nefritler, polikistik böbrek, ilerlemiş böbrek veremi, böbrek tümörleri, böbrekte amiloid birikimi, iki taraflı böbrek enfarktüsü, had tübüler nekroz, damar içi hemoliz (kan erimesi), ezilme sendromu, Postrenal (böbrek sonrası) üremi sebepleriyse; her iki böbrek idrar yollarının taş, ur, kan pıhtısı veya dıştan baskı ile tıkanması, üreterlerin ameliyatlarda dikkatsizlik yüzünden kesilmesi, prostat büyümesi olarak sayılabilir.

Üreminin belirtileri: Başlangıç genellikle sinsidir. İlk belirtiler halsizlik ve kas zayıflığıdır. Gündüz dalgınlık içinde bulunan hasta, geceleyin uyuyamaz. Bâzı vak’alarda saldırganlık ve mânâsız bağırıp çağırmalar görülür. Şuur bulanıklığı, nihâyet komaya döner. Başağrısı bâzan ilk belirti olarak görülür. Kas çekilmeleri sık görülür. Hastalığın son döneminde durdurulamayan bir hıçkırık görülebilir. Ağızda kuruluk ve yanma sık rastlanan şikâyetlerdir. Dil paslıdır. Nefeste amonyak kokusu duyulur. Ağızda iltihap bulunabilir. İştahsızlık bulantı-kusma başlangıç belirtileri olabilir. Başlangıçta hemen dâimâ kabızlık bulunduğu halde, sonradan ishaller eklenebilir. Hastanın solunumu, ileri dönemde düzensiz bir hal alır ve denkleşir (Kusmaul solunum). Zatürre, sık rastlanan bir komplikasyondur. Üremide kalp yetmezliğine sık rastlanır ki, bunun sebebi yüksek tansiyondur. Kalp zarı iltihabı, son dönemde ortaya çıkar. Deri genellikle soluk, kuru ve sarımsı kirli renktedir. Kaşıntı mevcuttur. Üremide zayıflama söz konusudur, fakat ödem bunu gizleyebilir. Kansızlık sık görülür.

Üremi teşhisi: Kan tahlilleriyle kesinlik kazanır. Üremiye yol açan hâdise gelip geçici ve şifası mümkünse, üremi de geçicidir. Üremi, müzmin ve iyileşmesi mümkün olmayan hastalıklara bağlıysa şifâ yoktur. Üreminin tedâvisi, üremiye yol açan hastalığa yöneliktir. Tedâvi, hastahânede yapılır. Hasta yatak istirahatine alınır. Su ve elektrolit dengesi çok iyi tâkip edilerek düzenlenir. Özellikle had vak’alarda sun’î böbrekten istifâde edilir. Müzmin vak’alarda yâni irreversibl (dönüşü olmayan) üremi vak’alarında bugün için en iyi (hattâ tek) kesin tedâvi şekli böbrek transplantasyonu (nakli) dur. Bu da iki türlü olabilir. Ya ölüden ölüm ânında alınan böbrek nakledilir. Veya hastanın yakın akrabâlarından kan ve doku grubu testleri yapılıp uygun olanın bağışladığı bir böbreği hastaya nakledilir. Özellikle bu iki tür nakillerde böbreği vücûdun reddetmemesi için uzun süre özel ilâç tedâvileri yapılır.

Ultrason

Vücut içindeki çeşitli hastalıkları ve dokulardaki yoğunluk farklılaşmasını tespit etmek için ultrasonik pulse-eko tekniğinin kullanılması metodu. Ultrasonik dalgalar birkaç hertz’den birçok megahertz’e kadar ses dalgalarından ibârettir. Genellikle 1-15 mHz arası kullanılır.

Ses dalgalarının dokulara geçişi moleküler hareketi arttıran peşpeşe pozitif ve negatif basınçların hâsıl olmasını sağlar ve daha sonra sürtüşme kuvvetleri vâsıtasıyla harâret meydana getirir. Ultrasonik dalgalar uygun takat ve frekansta hücreleri, bâzı bakterileri vs. öldürebilir, fakat lokal harâretin enzimleri inaktive etme ve daha sonraki kimyevî faaliyetleri durdurma tehlikesi vardır. İkinci Dünyâ Savaşı esnâsında radarın ve ses dalgalarının geliştirilmesi ultrasonografinin teşhis vâsıtası olarak kullanılmasını mümkün hâle getirdi. Bu metod gebelikte, periferik damar hastalıklarının değerlendirilmesinde ve ameliyat öncesi, bir tümör kitlesinde büyük damar mevcut olup olmadığını tâyin etmede kullanılır.

Ayrıca katı-sıvı sınırının tâyininde ve kist-tümör ayırımında oldukça faydalıdır. Tıpta teşhis amacıyla kullanılan ultrasonografi metodunda ultrasonik dalgalar incelenecek doku ve cenine hiçbir zarar vermez. Ultrasonografideki eko sisteminin üç modeli vardır: Kompound-B Scan modeliyle karaciğer, böbrek, pankreas, dalak, mesâne ve gebelik tetkiki yapılır.

Time-Motion modeliyle kalbin çalışması (Ekokardiyografi) ve büyük damarların nabız atışları incelenir. Üçüncü eko modeliyle ise, beyinle ilgili tetkik (Ekoensefalografi), intrauterin hayatta kafa çaplarının ölçülmesi, gözdeki yabancı dokuların tespiti yapılır. Ultrasonografinin özel birtakım avantaj ve üstünlükleri vardır. Bunlar: Hastaya ve kullanıcıya zarar veren özelliğinin olmaması, bir ön hazırlık gerektirmeyişi, yoğunluk farklılığını tâyinde röntgen ışınlarına göre daha hassas oluşudur.

Ultrasonun tıpta kullanımı:

Ultrason, yâni yüksek frekanslı ses dalgalarının bütün sahalarda kullanımı gibi tıpta teşhis ve tedâvi alanlarında kullanılması oldukça yaygınlaşmıştır. Ultrason dalgalarının fizikî özelliklerinden faydalanılarak geliştirilen âletler bugün gelişmiş hastânelerde, muâyenehânelerde çok geniş bir alanda kullanılmaktadır. Ses dalgalarının değişik yoğunluktaki maddelerde yayılma hızları, absorbsiyonları ve yansımaları farklıdır. Ayrıca suyu ısıtmadan buharlaştırma ve taşları parçalama özellikleri de vardır.

Teşhiste ultrason dalgaları:

Ultrasonun teşhiste kullanılması, yüksek frekanslı ses dalgalarının değişik yoğunluktaki dokularda farklı miktarda tutulmaları ve yansımaları özelliğine bağlıdır. Ultrason dalgalarının yan etkilerinin olmaması anne karnındaki bebeğe kolayca uygulanabilmesini kolaylaştırır. Röntgen ışınlarıyle fark edilemeyen yumuşak dokuların arasındaki yoğunluk farkını da göstermesi bakımından, iç organ kanserlerinin ve kistlerinin teşhisinde üstünlük sağlar.

Ultrason teşhis cihazları günümüzde altınçağını yaşıyor dense yeridir. Bu küçük ve bilgisayar kontrolü ile kaliteli görüntü oluşturan cihazlar hekimlerin teşhiste en pratik yardımcıları olmuştur. Bu maksatla değişik özellikte cihazlar geliştirilmiştir. En yaygın olanları batın(karın) organlarının tetkikinde kullanılanlardır. Göz için, daha küçük başlığı olan ve gözün iç yapısını görüntüleyen cihazlar vardır. Anne karnındaki bebeğin gelişmesinin tâkip edilebilmesi, anormalliklerin zamânında müdâhalesine imkân tanıyor. Hattâ son zamanlarda ultrasonun yardımıyla, cenin dokularının görülüp, anne karnından direkt sokulan cihazlarla bebeğe kan vermek, cerrahî müdâhale yapmak mümkün oluyor.

Gerçek zaman cihazları denen, ultrason âletleriyle dokuların periyodik hareketleri kaydedilebilir. Kalp hastalıklarının teşhisinde kullanılan ve bir çeşit ultrason cihazı olan ekokardiografi cihazları bu yolla kalp kapaklarının hareketlerini ve kalınlıklarını kaydederler. Hastaya hiçbir rahatsızlık vermeden kolayca ve risksiz olarak kalp kapak ve duvar hastalıkları da böylece tespit edilebilir. Ultrason teşhis cihazları ile safra ve böbrek taşlarının birkaç dakika içinde tesbit edilebilmesi hekimlerimize bu sahalarda da büyük kolaylık sağlamıştır. Taşların sayıları ve şekilleri hakkında da fikir verirler. Doppler cihazı denen âlet ses dalgalarıyla çalışır. Bununla dokuların ve damarların kan akımları ölçülür. Damar tıkanıklıklarında ve doku dolaşım bozukluklarında hastaya hiç zarar vermeden kısa sürede bilgi edinilir.

Fizik tedâvide kullanılmaları: Ultrason dalgaları vücut dokularında absorbe edilerek derin ısınma yaparlar. Ultrason tedâvi cihazları çeşitli romatizmal hastalıklarda, özellikle kas kasılmalarında tedâvi sağlarlar. Kasları ısıtarak ve doku kan dolaşımını arttırarak gevşeme ve ağrıda azalmaya sebep olur. Kemiklere de etki ederek bunların erimesine yol açarlar. Bu sebeple tedâvi esnâsında kemikler üzerinde uzun süre tutulmazlar.

Kasların üzerinde dâirevî hareketlerle uygulanarak istenen tedâvi edici etki sağlanır. Suyu ısıtmadan buharlaştırmaları, solunum yolu rahatsızlığı olanlar için rahatsız etmeden serin buhar sağlar. Nebülüzatör (nemlendirici) denen bu âletler, suyu ısıtarak buharlaştıranlara tercih edilir. Portatif nebülüzörler solunum hastalarının evlerinde kullanılmak için hazırlanmıştır. Taşı parçalama özelliklerinden faydalanılarak geliştirilen Litotripsi (taş kırıcı) cihazlar, böbrek taşı olan hastaların ameliyatsız daha ucuza ve rahatsızlık vermeden kurtulmalarını sağlamaktadır. Hastalar içi su dolu bir havuza alınarak taşın yeri tam tespit edilip, taşları parçalayabilecek yoğunlukta ses dalgaları, taşın üzerine odaklanır. Küçük parçalara ayrılan taşlar kendiliğinden düşmekte veya âletlerle alınmaktadır.

Hastaya travma yapmayan, hastânede yatmayı gerektirmeyen ve hemen işine geri dönmeyi sağlayan bu metod çok kısa bir zamanda üstünlük sağlamış ve yayılmıştır. Benzer metodun safra taşları için de geliştirilmesine çalışılmaktadır. Taş kırma cihazlarının ilk şekli olan dişçilerin kullandığı ultrason âletleri, tıpta kullanılan ilk ultrasonik taş kırıcılarıdır. Diş taşlarının diş minesine zarar vermeden temizlenmesini sağlayan âletlerin başarıyla kullanılması vücut için de kullanılabileceği fikrini vermiştir.

Trombosit

Kemik iliğinin dev hücrelerinden olan megakaryositlerden husûle gelen, kanın en küçük hücresi. Büyüklüğü 1-3 mikron arasında değişir. Mikroskop altında bakıldığında parlak mavi sitoplazmalı görülür. Kanın milimetreküpünde 200.000-400.000 trombosit mevcuttur. Kemik iliğinde megakaryosit olgunlaşınca sitoplazması parçalanır ve trombositler meydana gelir. Trombositler bedendeki kanamanın durmasında çok mühim rol oynayan parçacıklardır.

Damar kesildiği zaman kesilen kısımda trombositler toplanır ve birbirlerine yapışırlar. Kanamayı durduran mühim bir madde olan tromtoplastini de salgılar. Bu madde bir seri kimyevî hâdiseyle kan içindeki fibrini kanama yerine çöktürür. Fibrin trombositlerin birbirlerine daha sıkı yapışmalarını sağlar, orada mükemmel bir tâmir başlatır. Trombositlerin büyük kısmının veya tamâmının eksikliğinde damarlarda kanamaya meyil artar. Küçük çarpmalarda deriyle iç organların içini örten mukozada peteşi ve ekimoz denilen nokta nokta kızarma ve morarmalar görülür.

Tromboflebit

Tıpta, venöz damarların iltihaplanması. Tromboflebit venin (kirli kan damarı) etrâfındaki dokulardan kaynaklanan bir enfeksiyon sonucunda veya vücûdun herhangi bir yerindeki enfeksiyon odağından bakterilerin kan yoluyla diğer damarlara taşınmasıyla meydana gelir. Umûmiyetle bacaklarda husûle gelir.

Bütün had ve müzmin enfeksiyonlarda, ameliyatlardan ve doğumdan sonra venlerde trombüs-pıhtı teşekkül edebilir. Bu durum tromboflebite yol açar. Tromboflebite yatkın olan venler arasında variköz hemoroidal venler, variköz bacak venleri, pelvik venler sayılabilir. Tromboflebitte iltihabî reaksiyon genellikle hâdisesiz bir şekilde yatışır ve emboliye (pıhtı atılması) pek rastlanmaz. Flebotromboz ayrı bir durum olup, iltihabî değildir. Tromboflebitle sık karışır. Flebotrombozda vende meydana gelen kan pıhtıları ven civârındaki dokulara olan bir darbeyi veya kimyevî bir tahrişi tâkiben teşekkül eder. Her iki hastalıkta da kanda pıhtılaşmaya meyil vardır. Meydana gelen pıhtılar venin iç duvarına yapışırlar.

Flebotrombozun belirtileri hafif olur, fakat tromboflebit genellikle atak şeklinde başlar. Kramp tarzındaki ağrıyı tâkiben bacakta şişme ve morarma başlar. Venöz damarlarda belirginleşme ve ısı artışı olabilir. Tromboflebit; akciğer embolisi (ven duvarından kopan bir pıhtının akciğer arterini âniden tıkaması sonucunda) ve septik emboliye (enfekte pıhtının vücûdun başka bir yerine giderek enfeksiyona sebep olması) sebep olabilir. Tedâvisinde, tromboflebitli uzuv yükseğe kaldırılır. Hasta kat’i olarak istirahat ettirilir. Antibiyotikler, doktor kontrolunda heparin (antikoagülan) ve ağrı kesiciler verilir.

Toplardamar

Oksijenden fakir, metabolizma artıklarını taşıyan, kanın kalbe dönüşünü sağlayan sistem. Toplardamarlar vücutta umûmiyetle aynı organa veya dokuya giden atardamarlara eşlik eder. Derinde seyreden toplardamarlar, kasların arasından geçer. Bunlarla sathî toplardamarlar arasında köprüler mevcuttur. Bu sistemde dolaşımın en çok zorlandığı bölge bacaklardır.

Toplardamarlarda meydana gelen hastalıklar, toplardamarların genişlemesi, uzaması veya herhangi bir sebepten dolayı tıkanması şeklinde sıralanabilir.

Tıkanma; pıhtı ve iltihap gibi iç sebeplerden olabildiği gibi, ur gibi bir kitleyle dışarıdan sıkıştırma sûretiyle de meydana gelebilir. Genişleme ve uzama, bacak, yemek borusu, makat (Bkz. Basur) ve erkekte üreme kordonundaki toplardamarlarda görülebilir (Bkz. Varikosel). Bunlara genel olarak “varis” denir (Bkz. Varis).

İltihap ve pıhtı ile tıkanma sonucu ortaya çıkan hastalığa “tromboflebit” adı verilir. Bacaklarda sathî (yüzey) ve derin toplardamar grupları vardır. Toplardamarların içinde bir dizi kanın geriye kaçmasını önleyen kapakçıklar bulunur. Kan, normal toplardamarlardan muntazam bir akışla kalbe ulaşmaktadır. Bu muntazam akımı temin eden muhtelif sebepler mevcuttur:

Ana sebep, bacak adalelerinin kasılması neticesinde meydana gelen pompalama tesiridir. Hareket esnâsında ve hattâ istirâhat hâlinde bile bacak kasları, derindeki toplardamarları sıkıştırmaktadır. Bu sıkışma sırasında kan, kapakçıkların geriye kan kaçırmama kabiliyetinden de faydalanarak kapakçıklar arasındaki bölmelerden yukarı doğru ilerler.

İkinci sebep, kapiller sisteme intikâl eden atardamar basıncıdır.

Üçüncüsü kalbin gevşemesi esnâsında sağ kalpte husûle gelen emici kuvvettir. Göğüs boşluğunun menfî basıncının da emici tesirde rolü olduğu söylenmektedir.

Dördüncü sebep toplardamarların aynı doku veya organa giden atardamarla yanyana seyretmesidir. Bu durumda atardamar hareketleri, berâberindeki toplardamar üzerine tazyik yaparak ilerlemesine yardımcı olur.

Sathî toplardamarlarsa kasların arasında bulunmadıklarından, kasların tazyikle yaptıkları pompalama tesirinden faydalanamazlar. Bunlardaki kanı, derin toplardamarlardaki akımın meydana getirdiği emici kuvvet boşaltır.

Ayakta duran bir şahısta bacaklarda toplardamar basıncı en yüksek seviyede, bacak yukarı kaldırılınca en düşük seviyededir. Normal şartlarda yürümekle bu basınç başlangıçta hafif bir yükselmeden sonra derhal düşer. Hareket de toplardamarların boşalmasında mühim bir sebeptir.

Tomografi

Röntgende ışınlarını, vücûdun herhangi bir düzleminde odaklayarak, o dokuları net olarak görüntülemeyi sağlayan radyoloji tekniği. Başka organların arasında, arkasında kalan veya sınırları yeterince belli olmayan yumuşak dokular, bu yöntemle kolayca görülebilir. En basit yöntem olan çizgisel tomografide ışın tüpü, tek bir düz çizgi doğrultusunda, filmse ters doğrultuda hareket eder.

Yapıların çoğu hareket sebebiyle flu çıkar, odaklanan yeriyse net olarak görülür. Dairesel ve elipsi biçimli tomografilerde de aynı net sonuç alınabilir. Yeni geliştirilen Bilgisayarlı Tomografiler; röntgen ışınlarının dokularda farklı tutulmaları ve bilgisayar yardımıyla değerlendirilmeleri sâyesinde daha kaliteli ve hassas görüntüler elde edilmesini sağlar. Düz röntgen ışınları çok uzun zamanlardan beri teşhis metodu olarak kullanılmaktaydı. Ancak bu metodla yumuşak doku dediğimiz kemik dışı organlar arasında yoğunluk farkı olmadığından bilgi edinilemiyordu.

Bilgisayarın kısa sürede çok hızlı hesap yapmasından faydalanılarak, çok az görüntü farkının daha belirgin hâle getirilmesine çalışıldı. Ayrıca dokuların dilim dilim kesitler hâlinde görüntüleri elde edilerek lezyonların tam yerinin belirlenmesi bilhassa beyin ameliyatlarının az travma ve sekelle gerçekleşmesi için lüzumluydu. Bu sebeple yola çıkan bilim adamları, değişik açılardan gelen röntgen ışıklarının dokularda tutulmasının bilgisayarlarca değerlendirilerek, kaliteli görüntüler elde etmeyi başardılar.

Beyin hastalıkları, bilhassa urları hakkında, daha önce hiçbir teşhis metodunun sağlayamadığı ve lezyonların yerini ve büyüklüğünü kesitler hâlinde görüntüleyen bilgisayarlı beyin tomaları îmâl ettiler. Ayrıca damardan kontrast madde verilerek organların damarla ilgili yapıları hakkında da detaylı mâlûmat görüntülemek mümkün oldu. Bunların çok başarılı olması, bütün vücut yumuşak dokularında kullanılmasını gündeme getirdi. Şu anda bilgisayarlı tomografi cihazları, beynin yanısıra, bütün vücûdu enine veya boyuna kesitler hâlinde tetkik edebiliyor.

Elde edilen görüntüler direkt röntgen ışınlarının fotoğraf filmi üzerindeki görüntüleri değil, değişik açılardan gelen röntgen ışınlarının dokularda tutulması farkının bilgisayarca hesaplanması sonucu oluşturulan resimlerdir. Bir santimden daha küçük yapıların ve urların bile yeri ve şekli tespit edilebilmekte, boyutları hesaplanabilmektedir. Görüntüyü kaliteleştirmek için bâzan radyoopak (röntgen ışıklarını geçirmeyen) maddeler de ilâve olarak kullanılmaktadır. Bu işlem esnâsında kullanılan röntgen ışıklarıysa çok az olup, normal röntgen filmi kadar bile tehlikeli değildir. Daha önce tehlikeli ve zor olan beyin angiografisinden daha kolay uygulanmakta ve daha fazla bilgi vermektedir.

Hakkında Bilgi - Teknoloji Hakkında Bilgi, Sağlık Hakkında Bilgi, Eğitim Hakkında Bilgi,Kültür Hakkında Bilgi, Sanat Hakkında Bilgi, Din Hakkında Bilgi, Türkiye Hakkında Bilgi, Yaşam Hakkında Bilgi, Bilim Hakkında Bilgi ve Hakkında Bilgi aradığınız birçok şeyi bulabileceğiniz blog sitesi..