Polietilen

Beyazca, yarıgeçirgen, yumuşatılabilen ve oldukça dayanıklı bir polimer. Piyasada satılanı bilhassa şeffaf olanıdır. Şeffaflık derecesiyle yoğunluğunun alâkası vardır. Yoğunluk arttıkça şeffaflık artar. Piyasada, yoğunlukları 0,925’ten düşük, 0,925 ile 0,94 arasında ve 0,94’ten büyük olmak üzere üç çeşit (düşük, orta ve yüksek yoğunluklu) polietilen vardır.

Yoğunluk dolayısı ile şeffaflık arttıkça sertlik ve mukâvemet artar, yumuşama sıcaklığı da yükselir. Bu türlere gaz ve sıvı maddelerin tesir etmesi de zorlaşır. Yüksek yoğunluklu polietilen kopmaya, kırılmaya ve parçalanmaya karşı direncini kaybettiği gibi bunların kalıplanması için yüksek sıcaklığa ve basınca ihtiyaç vardır. Polietilen, etilenden elde edilir. Etilen de petrolde bol miktarda bulunan alifatik hidrokarbonların parçalanması ile elde edilir. Ayrıca etilen, az miktarda, etanolün katalitik dehidrogenasyonu ile elde edilir.

Düşük ve orta yoğunluktaki polietilen, saf etilenin 150-250°C’de, 20.000-35.000 psi basınç altında ve çok oksijen mevcudiyetinde polimerize edilmesiyle elde edilir. 200°C civarında düşük yoğunluklu, 150°C civârında orta yoğunluklu ve 50-150°C arasında da yüksek yoğunluklu polietilen elde edilir.

Yoğunluğu yükseltmek için reaksiyon sıcaklığı düşürülürken basınç da düşer. 200°C nCH2=CH2(-C-CH2-CH2-)n 25000 psi Düşük yoğunluktaki polietilenin yumuşama sıcaklığı 105-115°C’ler arasındadır. Bu polietilen 75°C’ye kadar dayanıklıdır ve bu dereceye kadar olan sıcaklıklarda sürekli kullanılabilir. Yüksek yoğunluklu polietilen için kullanılma sıcaklığı 25 ile 40°Carasıdır. Çok uzun zincir hâlindeki yapıya sahip yüksek yoğunluklu polietilenler % 85-95 şeffaftır. Düşük yoğunluklu polietilenler de branşlara ayrılmış olup % 50-85 şeffaftır. Polietilen oldukça çok miktarda üretilir. Büyük bir kısmı torba (poşet), boru, elektrik izolasyonunda ve kalıp yapmakta kullanılır.

Protein

Albüminli madde; organizmanın en önemli yapı taşı. Amino asitlerin birleşmesinden meydana gelmiş karmaşık yapılı organik moleküllerdir. Kelime olarak “en önemli” mânâsına gelen protein, gerçekten de canlının en önemli maddesini teşkil eder. Bütün canlıların hücreleri protein ihtivâ eder. Proteinler hücre stoplazmasında çözünmüş hâlde bulunur. Kas, karaciğer gibi organ ve dokuların % 80-90’ı proteindir. Kemik sistemi ve yağ dokusunda ise protein daha azdır. Proteinler insan vücûdunda; büyüme, gelişme, açılan yaraların tâmir edilmesi, çeşitli maddelerin sindirim ve sentezi, enfeksiyonlara karşı koyma, sıvı dengesinin sağlanması, zekâ gelişmesi, azot dengesinin sağlanması gibi temel hayâtî unsurlarda mutlaka gereklidir.

Ayrıca protein, kan serumundaki katı maddelerin en önemli kısmını oluşturur. Bunlardan fibrinojen, kanın pıhtılaşmasında; albümin ve diğerleri hücre içi ve dışı sıvı-tuz dengesinde görevliyken çok çeşitli bir takım proteinler de kan içinde bâzı maddelerin bir yerden başka bir yere taşınmasını sağlar. Vücûdun adalelerinin kasılmasını ve böylece hareketini sağlayan proteinler, organizmanın diğer canlılardan farklılığını da belirlerler. Her organizma ve organın kendine has proteini vardır. Proteinlerin yapısı: Proteinin kimyâsal yapısı incelendiğinde % 50 kadarının karbondan; diğer kısmının ise oksijen, azot, hidrojen ve kükürtten meydana geldiği görülür.

Proteinler büyük moleküllü bileşiklerdir. Bu büyük molekülü, amino asit denen temel organik bileşikler oluşturur. Amino asitlerin sayısı pekçoktur, ama 21 çeşidi insan proteininin yapısını meydana getirir. Amino asitlerde tipik olarak bir Karboksil grubu(COOH) bir de Amino grubu (NH2) vardır. Bir amino asit yapısı, genel olarak RCH (NH2) COOH formülü ile tanımlanır. R harfi değişken grubu simgeler. Amino asitler birbirlerine NH2 ve COOH grupları arasında kurulan ve adına Peptid bağı denen özel bir bağ ile bağlanırlar. Değişik sayıda ve sırada bir araya gelen amino asitler çok çeşitli proteinler oluşturur. Amino asitler, insan vücudunda sentez edilip edilmemesine göre ikiye ayrılır.

1. Esansiyel (Eksojen) amino asitler: Vücûtta yapılamadıklarından dışarıdan hazır alınması gerekir. Bu amino asitler; Triptofan, Treonin, Fenil Alanin, Metionin, Lizin, Lösin, İzolösin ve Valindir. Çocuklarda, Histidin de sentez edilmediğinden bu listeye dâhil olur.

2. Esansiyel olmayan amino asitler: Vücûtta temel organik maddelerden yapılabilen amino asitlerdir. İnsanoğlu protein ihtiyâcını hayvânî ve nebâtî (bitkisel) gıdâlardan temin eder. Farklı besin kaynaklarının hem asit miktarı hem de bu proteinin içindeki esansiyel amino asit miktarı farklıdır. Hayvânî gıdâlar daha fazla proteinliyken meyve ve sebzeler protein bakımından fakirdirler. Baklagillerin protein bakımından zenginliğiyse dikkat çekicidir. Yetişkin bir insanın, günde kilosu başına 1 gram proteine ihtiyacı vardır. Fakat büyüme ve gelişmesi çok hızlı olduğundan, ilk aylarını yaşayan bir çocukta bu miktar 3 grama kadar çıkar.

Ateşli hastalık, kansızlık, ameliyat, yaralanma, ishal, tiroid bezinin fazla çalışması, barsak parazitleri, gebelik, emziklilik gibi durumlarda da protein ihtiyacı normalin üzerine çıkar. Vücûdun proteinden faydalanma derecesi proteinin yapısı ile ilgilidir. Vücûtta rahatça sindirilen, lüzumlu diğer proteinlere çevrilebilen proteinler Kaliteli Protein’dir. Kayıp vermeden kullanılabilen ve dışardan alınması şart olan bütün amino asitleri ihtivâ eden proteine Örnek Protein denir. Anne sütü, bebekler için örnek proteini ihtivâ eder. Diğer bir örnek protein yumurta sarısıdır. Diğer yiyeceklerde vücutta yapılamayan bütün amino asitler bulunmadığından çeşitli yiyecekler yemekte fayda vardır.

Proteinlerden faydalanmak için yiyeceklerin seçimi ve hazırlanması çok önemlidir. Meselâ 70 kilo gelen bir kimse, bir günlük protein ihtiyacını 350 gr etten veya 900 gram ekmekten sağlayabilir. Fakat önemli olan vücut için gerekli proteini almanın yanısıra dışardan alınması şart olan amino asitleri de yeteri kadar almaktır. Bu sebeple hayvânî ve nebatî (bitkisel) kaynaklar arasında bir denge kurulmalıdır. Alınan proteinin % 20’si hayvânî proteinlerden, kalanı da nebâtî kaynaklardan sağlanırsa bu denge tesis edilmiş olur. Proteinlerin sindirimi mîdede başlar. Amino asitleri birbirine bağlayan peptid bağlarının açılması peptidaz denen mîde ve barsak enzimleriyle olur. Mîdede pepsinojen olarak salgılanan enzim aktif hâle gelince pepsin adını alır ve protein zincirlerini bölerek daha kısa zincirler oluşturur. Bu hâdise barsaklarda pankreas bezinden salgılanan tripsin ve kimotripsin enzimleriyle devam eder ve proteinlerin sindirimi tamamlanır. Proteinli yiyeceklerin pişirilmesi de, proteinden faydalanmayı etkiler.

Bâzı vitaminlerin ve yağsız diyetin proteinden faydalanmayı azalttığı söylenmektedir. Yağda kızartmalarda, yanıncaya kadar olan pişirmelerde protein kaybı olur. Meselâ 150°C ve yukarılarda kayıp daha fazladır. Bâzı yiyecekler bekletilince (süt tozu gibi) zamanla protein değerlerinden kaybederler. Sıcak bir yerde saklanıyorlarsa bu kayıp daha fazladır. Mayalanmış yiyeceklerde amino asitler serbest duruma geçtiğinden proteinden faydalanma artar. Meselâ, ekmek hazırlanırken mayalandığı için protein bakımından faydalı hâle gelmiştir. Proteinlerden yeterince yararlanmak için enerji verici gıdâlardan (karbonhidratlı, yağlı gıdâlar) yeteri kadar alınmalıdır. Aksi hâlde protein vücûtta enerji için kullanılır ve asıl vazifelerini göremez. Protein vücutta pek depo edilemez. Bu sebeple alınmadığı takdirde özellikle çocuklarda eksiklik belirtileri ortaya çıkar. Önce vücutta azot dengesi bozulur. Vücut kaybettiği azotu yerine koyamaz.

Çünkü vücûdun asıl azot kaynağı proteinlerdir. Daha sonra gözle görülür belirtiler başlar. Kişinin zihnî yoğunlaşma yeteneği kaybolur. Sabahleyin yeterli protein almadan okula gidenlerin diğerlerine göre daha başarısız oldukları görülmüştür. Protein eksikliği olan kimsede neşesizlik, mizac değişiklikleri, çabuk yorulma gibi belirtiler olur. Kan proteinlerinin miktarı düşer. Daha sonraki dönemlerde ise belirgin kansızlık, hastalıklara eğilim, kan şekeri azalması, kan basıncı düşmesi, göz bozuklukları, diş etleri rahatsızlıkları gibi durumlar görülür. Kronik protein eksikliği vücûtta öncelikle karaciğeri etkiler.

Karaciğerin büyümesine, yağlanmasına ve bâzı siroz benzeri değişikliklerine sebep olur. Protein eksikliğine bağlı bu belirtiler ancak ihtiyacın çok olduğu devirlerde uzun süre protein alınmaması sonucu olur. Her şey gibi proteinin de fazlasının zararlı olduğu tespit edilmiştir. Çok fazla protein alındığında böbrekler fazla miktarda protein yıkılma ürünleri (üre, ürik asit) ile karşı karşıya kalır. Özellikle yaşlılarda zâten böbrek fonksiyonları yavaşlamıştır. Bu durum gut hastalığına, böbrek taşı teşekkülüne zemin hazırlayabilir. Fakat et yiyen yaşlıların, bundan vazgeçince kendilerini daha dinç ve sağlıklı hissettikleri görülmüştür.

Bâzı yiyeceklerin 100 gramındaki protein miktarı:

Yumurta......................12,3 gr

Dana eti ........................ 19 gr

Balık eti ........................ 19 gr

İnek sütü ......................3,5 gr

Beyaz peynir ................ 20 gr

Kaşar peyniri ................ 31 gr

Çökelek ........................ 35 gr

Kuru fasulye ..............22,6 gr

Fındık ........................12,6 gr

Mısır ............................9,5 gr

Makarna ...................... 11 gr

Ekmek ..........................7,8 gr

Ispanak .......................... 3 gr

Tâze meyveler...... 0,2-0,8 gr

Prostat Bezi

Halk arasında kestanecik adını alan ve erkekte uretranın (idrar borucuğunun) ilk parçası çevresinde bulunan bir salgı bezi. Yer olarak mesânenin altında, kalın barsağın son kısmı olan rektumun önünde bulunur. Üretra içerisinden geçer. Ersuyu boşaltım kanalları, keza prostatı delerek uretraya açılır. Şekli bir kestâneye benzeyen prostatın rengi kırmızımtrak mor ve kıvamı sertçedir. Erişkinlik dönemine kadar küçük olan prostat, bu döneme gelinince hızla büyür. Yetişkinde yüksekliği 25-30 mm, tabanda önden arkaya çapı 25, enine çapı ise 40 mm arasındadır. Ağırlığı, 20-25 gramdır.

Ellili yaşlara kadar bu boyutlarda olan prostat, çoğu defâ bu yaşlardan sonra büyümeye başlar. Prostat bezinin özellikleri şöylece özetlenebilir: Erkeklerde bulunur. Ergenlikte diğer tenâsül organları ile birlikte hızla büyür. İnsanda devamlı salgı yaparak uretraya döker. Ersuyunun esas kitlesini teşkil eden prostat salgısıdır.

Prostat Hastalıkları İltihâbî hastalıklar: Bunlara prostatit denir, müzmin veya had (akut) olabilir. Prostatitlerde abseleşme sık görülen bir olaydır. Had prostatit bütün erkeklerin yaklaşık % 30’unun geçirdiği sık görülen bir rahatsızlıktır. Alkolizm, aşırı cinsî münâsebet, genel düşkünlük hâlleri hastalığı kolaylaştırır. Genellikle idrar birikimine ve mesâne iltihâbına sebep olur. Sık idrara çıkma, geceleri idrara kalkma, kanlı, irinli, bulanık ve ağrılı idrar yapma görülebilir.

Anüsten parmakla yapılan muayenede, prostat büyük, hassas ve sıcaktır. Tedâvi edilmezse, abseleşebilir veya müzminleşebilir. Ağrı kesiciler ve antibiyotikler verilir. Yatak istirahatine alınır. Alkol ve cinsî münâsebet yasaklanır. Müzmin prostatit, genellikle akut prostat iltihâbının müzminleşmesiyle ortaya çıkar. Belirtiler hafif olup hafif ateş, ağrı, ara sıra akıntı, sık idrara çıkma olabilir.

Tedâvisi daha zor olup, uzun sürer ve yüz güldürücü değildir. Prostat absesi, genellikle had prostatit sonucunda ortaya çıkar, belirtileri, had prostatite benzer ve çok daha şiddetlidir. Prostat delinebilir ve komşu organlara iltihap yayılabilir. Tedâvisinde yüksek doz antibiyotik, ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, kas gevşeticiler verilir, bunlar da yetmezse absenin dışarı akıtılması yoluna gidilir. Tüberküloz mikrobu ile olan müzmin prostatitlerde tedâvi zordur ve çok zaman ister. Uzun süreli verem ilâçları kullanılır.


Prostat büyümesi:
Bez dokusu hücrelerinin artması ile ortaya çıkan bir durumdur. Genellikle 50 yaşın üzerindeki erkeklerde ortaya çıkar ve sebebi tam olarak bilinmeyen bir durumdur. Bu yaştan sonra erkek hormonlarının aktivitesinin azalması sebep olarak gösterilmektedir. Tedâvi edilmediği taktirde geri döndürülemeyen bozukluklara sebep olur. Büyüyen prostat idrar yollarının mesâneden sonraki kısmı olan uretrayı sıkıştırır ve belirtiler buna bağlı olarak ortaya çıkar.

İdrar akımı engellenip idrar, mesânede birikmeye başlar. Mesâne kasları da yetersizliğe düşerse böbreğe doğru geri akım başlayıp, taş ve iltihap gelişimi kolaylaşır. Büyüme sonucunda sık idrara çıkma, idrarın damla damla gelmesi, gece idrara kalkma, idrar yapma sırasında yanma ve sızlama, idrar kaçırma gibi belirtiler ortaya çıkar. Muayenede prostatın sert, lâstik kıvamında ve birkaç kat büyümüş olduğu tespit edilir. Prostat büyümesinin esas tedâvisi cerrâhî müdâhale ile büyümüş olan bezi çıkartmaktır. Belirtiler, hafif, idrar birikimi ve enfeksiyon gelişimi yoksa rahatlatıcı olan hormon tedâvisi yapılır. Hastalara alkol kesinlikle yasaktır. Acılı yiyeceklerden, kabızlıktan ve soğuktan kaçınmak gerekir.

Prostat kanserleri: Genellikle 60 yaşın üzerindeki erkeklerde görülen prostat kanserleri, erkek kanserlerinin % 10’unu teşkil eder. Akciğer kanserinden sonra erkeklerdeki ikinci büyük kanser olup ölüm sebebidir. Kesin olarak sebebi bilinmemekle birlikte, androjenlerle (erkek hormonlarıyla) yakın ilişkisi olduğu bilinmektedir. Kanserin şiddeti, kökenini aldığı hücreye benzeme oranına göredir. En iyi tabiatlı olanları kökeni olan hücreye en iyi benzeyen hücrelerden olanlarıdır.

Prostat kanseri belirtileri ilk başta selim prostat büyümesindekilere benzer. Diğer organlara yayıldığında borularla ilgili belirtilere de sebep olur. Kemiklerle ve karaciğerle ilgili belirtiler bunların başında gelir. Organ yayılımı yapmışsa belirtilere genel düşkünlük ve iştahsızlık da eklenir. Kesin teşhis prostattan alınan biyopsi materyaliyle konur, yayılımı araştırmak için şüphe edilen organlar da incelenir. Erken teşhisyle tedâvi kolaydır. Başlangıcından kısa süre sonra teşhis edilenleri cerrâhî olarak çıkartıldıklarında tam şifâ sağlanır. Erkeklik hormonları ile bağımlı olduklarından, dişilik hormonları ile kanserin gerilemesi sağlanır. Erken teşhis için elli yaşını aşmış her erkeğin altı ayda bir prostat muayenesi yaptırması en önemli konudur.

Polimer

Monomer denilen küçük moleküllerden meydana gelen büyük moleküllerin zincir yapısında bulunduğu tabiî veya sun’î bir madde (Bkz. Kauçuk, Naylon). Tabiî polimerler hayâtî önem taşıyan proteinleri ve nükleik asitleri; bitkilerde bulunan selüloz ve kauçuğu; silis, feldispat ve yeryüzü kabuğunda bulunan diğer mineralleri yapısında bulundurur. Sun’î polimerler, plâstik ve sun’î kauçuk olarak; naylon gibi sentetik lifler olarak; cila ve boya gibi yüzey cilâlanmasında ve kaplanmasında kullanılan maddeler olarak karşımıza çıkar.

Polimerlerin elde edilişi: Esas olarak düşük molekül ağırlığına sâhip monomerlerin kimyâsal yolla birleştirilmesi, yâni polimerize edilmesiyle elde edilir. Polimerizasyon iki türde olur. Biri “katılma polimerizasyonu” veya “zincir reaksiyonu polimerizasyonu” olarak isimlendirilir. Diğeriyse “kondensasyon polimerizasyonu” veya adım reaksiyon polimerizasyonu”dur.

Katılma polimerizasyonu: Bu tür polimerizasyon bir monomerdeki çifte bağın (=) açılmasıyla meydana gelir. Mesela etilenin (CH2=CH2) polimerizasyonu, etilenin polietilene dönüştüğü, n(CH2=CH2) → (-CH2-CH2-)n reaksiyonu ile gösterilir. Ok işâretinden önceki parantez içindeki yapı etilen monomeridir. Ok işâretinden sonraki yapı ise tekrar eden birimi gösterir.

Bir polimeri diğer polimerden fark ettiren bu birim, polimer zinciri boyunca tekrarlanır. Bu polimerlerde, tekrarlayan birimin kimyâsal formülü bir monomere eşdeğerdir. Indis olan n ise, tekrarlanan birimin polimer zincirindeki sayısını belirtir. Tamamlanmış durumda, ilâve polimer yüzbinlerce tekrar eden birimlerden ibârettir ve moleküler ağırlığı birkaç milyona varır.

Kondenzasyon polimerizasyonu: Kondenzasyon polimerizasyonunda polimer, bir monomer çekirdeğine (R) bağlı iki fonksiyonel grup (reaktan) arasında, küçük bir molekülün (genellikle su) ortadan kaldırılmasını içine alan reaksiyonla meydana gelir. Kondenzasyonda bir molekül ortamdan ayrıldığı için, kondenzasyon polimerinin tekrar eden biriminin kimyâsal formülü, katılma formülü, katılma polimerizasyonunda olduğu gibi monomerin formülüyle aynı değildir.

Yaygın fonksiyonel gruplardan bâzıları; Karboksil grubu –COOH; hidroksil grupları –OH; amin grubu –NH2 ve izosiyanet grubu –NCO’dur. Yaygın bir kondenzasyon reaksiyonu –COOH grubu ile –OH grupları arasındaki –COOH+HO- → -COO- + H2O reaksiyonudur. Bu iki grup arasındaki polikondenzasyon reaksiyonu ise, tekrar eden birimde bağlantının -COO- ile belirdiği, bir poliyesteri meydana getirir.

Diğer bir yaygın kondenzasyon reaksiyonu ise –COOH ile– NH2 grupları arasındaki –COOH+H2N– → –CONH– +H2O reaksiyonudur. Bu iki grup arasındaki polikondenzasyon reaksiyonu dâimâ tekrarlanan birimleri arasındaki bağ –CONH– ile beliren bir poliamid (veya naylon) ile sonuçlanır. Fonksiyonel gruplar meydana gelecek kondenzasyon polimerinin türünü belirler. Böylece kondenzasyon polimerizasyonu ile özellikleri birbirinden çok farklı olan pekçok değişik polimer elde edilebilir.

Polimerlerin yapısı: Eğer polimer tek bir tekrar edene(veya aynı birime) sâhipse, “homoplimer” ismini alır. Eğer polimerin iki farklı tekrar eden birimi varsa “kopolimer” denir. Bunlar “doğrusal” polimer olabilir. Bu da özellikleri tekrar eden birimin zincir üzerinde bulunmasıdır. Bir kopolimer uzun bir zincir yapısına sâhip olup, tekrar eden birimler, meselâ A-B-B-B-A-A-B da olduğu gibi, rastgele yerleşmiştir. Eğer bir uzun zincirin dalları varsa “dallanmış polimer” denir. Eğer bu dallar uzun ve çok ise, bunlar birbirleriyle birleşebilir ve “karşılıklı bağlanmış polimer”i meydana getirirler.

Polen

Çiçek tozu. Çiçeğin erkek hücresidir. Polen, çiçeğin erkek organının (stamen) başçığında yer alan polen keselerinde çiçek tozu ana hücreleri tarafından meydana getirilir. Olgunlukta polen keselerinin patlamasıyla dışarı atılır. Bu ince ve renkli toz tânecikleri, çiçekten çiçeğe dolaşan arılar tarafından taşınıp kovanlara doldurulur.

Kovandan çıkan bal arısı, yaklaşık 2000 çiçeği tek tek dolaşarak larvaları ve ana arıyı beslemek için çiçeklerin ortasında bulunan polen tozlarını, özel bir salgı ile arka ayaklarına toplayarak, iki küçük topçuk yaparak yuvaya getirir. Kovanın önünde bulunan, polen tuzağı denilen kaptan geçerken özel kutuya düşürmek zorunda kalır. Bu şekilde toplanan polen, özel makinalarda veya güneş altında kurutularak hazır hâle getirilir. Polenin değeri, arının uğradığı çiçek türünün çokluğuyla artar. En iyi polen, en çok çeşitli çiçek bulunan arâzilerin polenidir. Ülkemizde henüz ilâç patenti verilmediği için, doktorlarımızın reçeteye yazamadığı ve halk arasında “kocakarı” ilâcı olarak bilinen polenle uğraşan Avrupa’da Palinoloji adı altında bir tıp dalı vardır ve bu nîmet eczânelerin en kıymetli ilâcı olarak satılmaktadır.

Polen her yönden zengin bir besin maddesi olması yanında, RNA ve DNA molekülleri bakımından da zengindir. Polen, temin ettiği olağanüstü metebolizma ile insan vücûdundaki bütün âzâlarda, sinirlerde kuvvet ve dengeli bir çalışma temin eder.

İlim adamlarının polen üzerinde yaptıkları araştırmalar sonunda ileri sürdükleri iddialara göre polen, kanser türlerinde, kalp-damar hastalıklarında, karaciğer hastalıklarında, romatizmal hastalıklarda, sedef, egzema, sivilce, saç dökülmesi, cilt lekeleri, prostat rahatsızlıklarında, ruh ve sinir, göz, astım, bronşit, ülser, basur, felç, kansızlık, beyin hastalıkları ve çocuk gelişiminde kullanılmaktadır. Günlük yetişkin insanların yirmi gram alabileceği ifâde edilen polenin yabancı maddelerden arınmış, tahlil edilmiş olması tavsiye edilmektedir.

Rusya vitaminler enstitüsünde yapılan analizlere göre polen, vitamin ve ferment gibi canlı cevherlerden yana çok zengindir ve sinir dengesi üzerinde çok tesirlidir. İsveçli Prof. Erick Ask ile Dr. Gasto Jonson polenin prostata en iyi etkiyi yaptığını, yaşlı hastaları dahi ameliyattan kurtardığını tespit ettiler. “Polen nasıl olup da hastaları tedâvi ediyor?Bunu henüz bilemiyoruz. Fakat, çeşitli antibiyotiklerin tedâvi edemediği halde, polenle tedâvi gören pekçok hastamız süratle tedâvi oldular.” demektedirler. Fransız Dr. Alain Caillas; “Polen, beyin ve kas gücü sağlar.” diyor. Dr. Mauntzun; “Polen, beyin rahatsızlıklarında, sinir, kalp ve damar tıkanıklıklarında şaşırtıcı iyileşmeler gösteriyor.” diyor.

Prof. Dr. Robert Tocquet; “Polen, harika besinlerin en üstünüdür. Kimyâsal analizler, polende bütün vitaminlerin, yağların, proteinlerin, şeker, mineral, tabiî hormon, pigment vs. bulunduğunu gösteriyor. Bu canlı ve dengeli besin, beyni ve vücûdu yorgun insanlara kısa zamanda canlılık veriyor. Cılız çocukların büyümesini sağlıyor. Kansızlarda her gün bir kahve kaşığı polen yedikten sonra yapılan laboratuvar denemelerinde, kandaki alyuvarların milimetreküpte 500 bin arttığını gösteriyor. İç zehirlenmeleri önlüyor. Ilık süte, çaya, kahveye katılarak alınabildiği gibi, günlük bir çay kaşığı, sâde olarak da çiğneyerek yenebilir.” demektedir.

Türkiye’den Prof. Dr. M. Mihri Mimioğlu ve Dr. Kadriye Sorkun; “Polen, metabolizmamız için çok değerli temel maddeleri ihtivâ eder. Vücûdun eksik maddelerini tamamlar. Barsak iltihaplanmalarını iyileştirir. Polen zayıflık, şişmanlık, kabızlık, ishal gibi birbirine zıd olan rahatsızlıkları da tedâvi eder, iktidarsızlığa da iyi geldiği görülmüştür.” Polen bir kuvvet şurubu gibi etki yapar. Hastalara şifâ kaynağıdır. Polen düşünme yeteneğini arttırır. Alyuvar sayısını % 25, hemoglobini % 15 oranında yükseltir, görme yeteneğini arttırır, saç dökülmesini önleyerek canlanmasını sağlar. Cilt hastalıklarına iyi gelir.

CNRS dünyâda tanınmış bir araştırma kurumudur. CNRS araştırma uzmanlarından Armond Pons; “Polen’de bütün vitaminler ve diğer cevherlerin insan hayâtı için en ideal oranlarda bulunması, üstün bir özelliktir. A ve C vitaminleri az, B vitaminleri çok yüksek orandadır. B vitaminlerine uzun ömür vitaminleri de denir. Dış etkilere karşı hücreyi, bağışıklık sistemine uyarak korur. Sürekli hücre yeniler, hemoglobini çoğaltarak hücreye bol oksijen gelmesini sağlar.” diyor.

Polen araştırmacılarından Alain Caillas; “100 gram karışık çiçek poleninde 900 mgr. B1 ve 2760 mgr B5 vitaminleri vardır. Günde bir gram polen insana yeterli B vitaminlerini sağlıyor.” diyor. Polende ortalama olarak % 25 protein, % 45 serbest amino asit, % 30 selüloz bulunmaktadır. Hiçbir bitkide bulunmayan süt şekeri laktoz, polende bulunmaktadır.Sindirim fermentleri olan nişasta ve fosforu, büyümeyi hızlandıran, hücre metabolizmasına yararlı hormonları, nükleik asitleri taşımaktadır.

22 çeşit amino asit vardır, sütte bu sayı 17’dir. Polendeki vitaminler, A, B, B1, B2, B3, B5, B6, B7, B8, B9, B10’dur. Ayrıca 27 çeşit mâdensel tuz, tabiî hormon, enzim, koenzim, pigment, karbonhidrat ve fermentler vardır. Rus araştırmacı Deviatrin ve Joirich, polendeki H vitaminini keşfederek, bu vitaminlerin gelişmeyi kolaylaştırdığını, deri ve göz iltihaplarını önlediğini açıkladılar. Ayrıca polende Rutin olduğunu, bunun kılcal damarları etkileyerek fazla kanamaya engel olduğunu, kalp kaslarının güçlenmesini sağladığını söylediler. Prof. Dr. Chauvin ve Prof. Dr. Lenormand yaptıkları araştırmalarda, polenin antibiyotik muhtevâsını keşfetmişlerdir.

Pankreas

Karın boşluğunun üst kısmında arka duvara dayalı olarak bulunan, hem iç hem de dış salgıları olan bir gudde organı. Pankreasın büyük kısmı, hazım için çok önemli olan salgıları hazırlayan alveoler bez dokusundan yapılmıştır. Pankreasın bu kısımlarında yapılan dış salgısı, bir kanal aracılığıyla oniki parmak barsağına akıtılır.

“Succus Pancreaticus” veya“pankreas özsuyu” adı verilen bu salgı sindirim işinde rol oynayan tripsin, lipaz ve amilaz adlı fermentleri ihtivâ eder. Bu enzimlerin etkisi sâyesinde pankreas salgısı her üç grup gıdâ maddeleri, yâni yağ, protein ve karbonhidratların hazmında önemli bir işi yerine getirir. Pankreasın, iç, yâni kana olan salgısına gelince bu salgı, pankreas içinde bulunan ve Langerhans adacıkları denilen küçük kapalı bezler tarafından yapılır. İnsülin ve glukagon adını alan hormonları, kan şekerinin ayarlanmasında iş görürler. Pankreas şekil bakımından bir çekice benzetilebilir. Ağırlığı 70-100 gram arasında ve rengi kırmızımtraktır. Ortalama 15 cm uzunluğunda olup, baş, gövde ve kuyruk kısımları vardır.

Başı oniki parmak barsağının açıklığına uyar ve sağdadır. Gövdesi, enine uzanıp aortu, sol böbreküstü bezini, sol böbreği, böbrek atar ve toplardamarlarını çaprazlar. Gövdesinin devamı olan ve en ince kısmı olan kuyruk kısmı dalağa kadar uzanır. Pankreasın kanı, dalak, karaciğer ve üst mesenten damarlarından gelmektedir. İki boşaltıcı kanalı vardır. Büyük olanı Wirsung kanalıdır, gövdesini boydan boya kateden bu kanal, bezin çeşitli parçacıklarından gelen salgıları toparlayıp, oniki parmak barsağına açıldığı yere akıtır. Genellikle buraya açılmadan önce safra kanalıyla birleşir ve öyle açılır. Santorini kanalı ise, Wirsung kanalının üst tarafından oniki parmak barsağına açılan bir diğer dış salgı kanalıdır.

Pankreas hastalıkları: Pankreas hastalıklarının teşhisi belirtilerinin çeşitliliği, silikliği ve diğer hastalıklara benzemesi dolayısıyla oldukça zordur. Pankreastan gelen ağrının diğer karın içi organların ağrılarıyla karışması sık görülen bir durumdur.

Had pankreatit: Pankreasın akut iltihabıdır. Batı ülkelerinde hastalığa sebep olan en önemli faktörler, safra kesesi hastalıkları, aşırı alkol alınması, sürekli alkol kullanımıdır. Gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise bunların yanında dengesiz beslenme de diğer bir faktör olarak ortaya çıkar. Bu hastalarda çoğu defâ alkol alınmasını veya ağır bir yemeği tâkiben kriz başlar. Hastalar âni başlayan şiddetli bir karın ağrısından şikâyet ederler. Aşırı bitkinlik ve huzursuzluk olur. Vak’aların büyük bölümünde tansiyon düşmesi, çarpıntı, % 15’inde şok meydana gelir. Hastalık ağır ve öldürücüdür. Akciğer ödemi, dolaşım şoku, kan zehirlenmesi, iç kanama gibi ağır tablolara yol açabilir. Tedâvisinde asıl olan, şokla yapılacak olan mücâdeledir.

Müzmin pankreatit: Pankreasın müzmin ve ilerleyici olarak iltihaplanmasıdır. Sebepleri arasında yine alkolizm ön plândadır. Yetersiz beslenme daha sonra gelir. En önemli belirtisi ağrıdır. İltihabî durum devam ettikçe pankreas harap olur ve fonksiyonlarında yetmezlik ortaya çıkar. Bu sebeple hazım bozulur, kilo kaybı olur, ilerleyince şeker hastalığı görülür. Tedâvisinde ağrı kesiciler verilir. Yetmezlik belirtileri için ağızdan pankreas enzimleri muhtevalı preparatlar kullanılarak, hasta rahatlatılmaya çalışılır.

Pankreas kanseri: Kırk yaş üzerinde özellikle erkeklerde görülen bir hastalıktır. Belirtileri arasında şiddetli ağrı, aşırı kilo kaybı ve ilerleyici sarılık üçlüsü ile kendini belli eder. Kanser, pankreasın baş kısmını tutmuşsa cerrâhî müdâhale ile çıkarılabilir. Geleceği iyi olmayan bir hastalıktır ve hastalar beş sene içinde kaybedilebilirler.

Papağan Hastalığı

İnsanlara da bulaşabilen bir kuş hastalığı. Psittakozis, ornithozis gibi isimleri de vardır. Hastalığın âmili, virüsler ve riketsialardan sonra sıralanması gereken “Bedsoniae” grubundan olan mikroorganizmalardır. Bedsonia grubu hücre içi paraziti olmakla birlikte, yapıları sebebiyle bakteri enfeksiyonları arasında incelenirler.

Hastalık Güney Amerika’da papağanlar arasında yaygın olmakla birlikte ülkemizde de bulunmaktadır. Hastalığın kaynağı papağan ve evcil kuşlardır. Bunlardan insanlara geçer ve insandan insana da bulaşması mümkündür. Hastalığa kadınların daha fazla yakalanması evde kuşlarla daha fazla ilgilenmelerindendir. İhtiyarlarda yaptığı hastalık öldürücü olabilmektedir. Hastalığın kuluçka süresi ortalama olarak on gün kadardır. Hastalık genellikle âniden yükselen ateş ve titreme ile başlar.

Şiddetli başağrısı, ışıktan korkma, boğaz ağrısı, mîde bulantısı, şiddetli halsizlik vardır. Burun kanaması, öksürük, balgam, bâzan kırmızı renkte deri döküntüleri görülebilir. 2-3 hafta içinde şifâ husûle gelir. Nekahat devresi uzun sürer. Ağır seyreden vak’alarda hastada şok hâli, şuur bozukluğu, bulantı ve kusma vardır. Bunlarda ölüm oranı % 10-30’u bulur. Tedâvide yatak istirahatı, tetrasiklin grubu ilâçlar, kortizon türevleri verilir. Ayrıca rahatlatıcı tedâvi uygulanır. Hastalığın önlenmesinde evcil kuşların kontrolü gerekir.

Poliester

Polimer zinciri içinde ester grubu bulunan, sentetik olarak elde edilen organik polimerler. Kullanılışı îtibâriyle sınıflandırıldığı zaman, poliester fiber (elyaf) ve poliester plâstik şeklinde olmak üzere ikiye ayrılır. PoliesterAmerika’da ilk olarak dakron, yine o târihlerde İngiltere’de terilen ismi altında satıldı. Amerikan standartlarına göre lifi meydana getirecek poliesterin en azından ağırlıkça % 85 dihidrik alkolün bir esteri ve tereftalik asit ihtivâ etmesi gerekir.

Poliester elyaf yapmak için standart işlemde, dimetil tereftalat ve etilen glikol polimerize edilir, küçük parçacıklara kesilir, eritilir (256°C de) basınç ile ince deliklerden geçirilir ve böylece uzun elyaflar elde edilir.

Tereftalik asit yanında ikinci bir dikarboksilli asit kullanılırsa kopoliester elde edilir. Tereftalik asit yerine alifatik dikarboksilli asitler kullanılarak elde edilen poliesterin erime noktası 100°C’dir.

Hem alkolü, hem asidi aromatik olan tam aromatik poliesterler (polihidrokinon-tereftalat gibi) 400°C’nin üstünde erir. Poliester elyaf 200°C’ye dayanır. Kolay kopmaz. Fenoller dışında kimyâsal maddelerin çoğuna, neme ve bakterilere karşı dayanıklıdır. Aside dayanıklı olduğu hâlde kuvvetli alkalilere (sabunlaşma reaksiyonu olduğundan) dayanıksızdır.

Pamuk-poliester karışımı merserize elde edilebilir. Fakat sağlamlık azalır. Poliester, poliester-yün veya pamuk karışımından yapılan kumaşlar ütü istemezler ve verilen şekiller yıkama ile deforme olmazlar. Poliesterlerin ticârî adları diolen, trevira, terilen, tergal, terlonka, dakron, lavsan, teteron, frtrel ve avitron’dur. Enkaterm modifiye edilmiş bir poliester olup 1500°C sıcaklığa dayanıklıdır.

Pastörizasyon

Çeşitli sıvıların 100°C’nin az altında kısa bir süre ısıtılması ve sonra âniden 10°C altına kadar soğutulması ile yapılan mikroplardan temizleme işlemine verilen ad. İşlem Fransız Louis Pasteur tarafından bulunduğu için “pastörizasyon” adını almıştır.

Gerçekte pastörizasyonu ilk uygulayan New Yorklu Strauss’tur. Günümüzde pastörizasyonun en çok kullanıldığı yerler, süt, meyve suları ve çeşitli meşrubatların mikroplardan arındırılmasıdır. Pastörize edilen sütte hastalık yapıcı mikroplar, meselâ tüberküloz mikrobu ve malta humması mikropları öldürülür, fakat eğer varsa bakteri sporları canlı kalır.

Sütle bulaşan mikropların âmilleri spor yapmadıklarından 63-66°C’de yarım saat veya 90-95°C’de 15 saniyede süt mikropsuzlaştırılmış olur. Birinci usûle alçak pastörizasyon, ikinci usûle yüksek pastörizasyon denilmektedir. Sütün tad ve lezzetinin değişmemesi bakımından alçak pastörizasyon daha çok tercih edilen yoldur. Buna karşılık her iki usûlde de sütün besin değeri az da olsa kaybolur.

Parmak izi

Parmakların son eklemi ve uç kısmındaki kıvrımların meydana getirdiği iz. Parmak izi insan vücudunun tabiî hâlinden istifade edilerek bulunmuş ve bugün şahıs tespitinde çok fazla kullanılan bir metoddur. İnsan vücûdunun dış derisinde bulunan her kıvrımda ter gözenekleri vardır. Bunların herbiri iç deriye kadar uzanır. Her gözenek orada çiviye benzeyen ve “Papila” denen iki sıralı çıkıntılarla iç deriye sanki çivi atmış gibidir.

Bu sebeple dış deri hasara uğrasa, hattâ tamâmiyle dökülse bile, bu Papilalar yine de parmak izinin tespiti için yeterlidirler. Yine, yeni çıkan derilerdeki izler de eskisinin aynısı olurlar. Fakat iç deride bulunan papilalar tamâmiyle kaybolursa o zaman parmak izini tespit etmek mümkün olmaz; zîra bu durumda parmak içi kıvrımları tamâmen kaybolmaktadır.

Parmak izinin târihçesi: Parmak izi sisteminin bulunuşu çok eski târihlere dayanır, fakat bu izden istifâde temek oldukça yenidir. Eski literatürde parmak izi konusunda bâzı kayıtlar varsa da bu kayıtlarda parmak izinin kullanılması husûsunda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. İlk önce, Nehemiah Grew (1684), Marcello Malpighi (1686) ve J. E. Purkinje (1823) gibi anatomistler insanların parmaklarındaki kıvrımların bâzı özellikleri bulunduğuna dikkat çekmekle berâber, bu izlerden faydalanma metodlarını belirtmemişlerdir.

Modern mânâda parmak izi tespiti ve faydalanma konusunda ilk adım 1880’de atılmıştır. Bu târihte İngiliz bilgini olan Henry Faulds ve William James Herschel adlı iki İngiliz, Nature adlı bir ilmî mecmuada parmak izi hakkında makale yazmışlardır. Bu bilginler önceleri pişmiş çömleklerdeki parmak izleriyle ve matbaa mürekkebiyle parmak izi alma metoduyla uğraştılar. Bu gün kullanılan parmak izi metodu da aynı esasa dayanır. Parmak izi konusunda daha sonra çalışan Galton da, kalıtım yolu ile geçen parmak izi olmadığını açıkladı. Her insanın parmak izinin birbirinden farklı olduğunu kaydetti. Bugünkü parmak izi metodu Henry tarafından bulunmuş olandır. “Henry Sistemi” olarak bilinen bu sisteme göre parmak izinde, beş genel biçim kabul ediyor:

Yay, fitilli yay, radyal ilmik, uhnar ilmik ve demet. Bu tipler genel olarak A,T,R,U,W harfleriyle ifâde edilirler. Dünyâdaki bütün parmak izleri örneklerinin % 65’ini ilmikler, % 30’unu demetler, geri kalan % 5’iniyse diğerleri meydana getirir. Demet ve ilmik tipi de kendi arasında birçok kısımlara ayrılır. Benzer bir parmak izi usûlünü de Vucetich geliştirmiştir. Bu bilginse dört temel parmak izi kabul etmiştir: Yay, iç ilmik (sola yatık ilmik), dış ilmik (sağa yatık ilmik) ve demet. Henry ve Vucetich dışında da bâzı yazarlar parmak izi konusunda çalışmışlarsa da bunlar bir iki ülke tarafından kabul edilmiştir. Henry ve Vucetich sistemi ise, dünyânın birçok ülkesi tarafından kabul edilmiştir.

Parmak izinin alınması:
Herhangi bir madde veya eşya üzerinde yer etmiş olan parmak izinin örneğini almak, ihtisası gerektiren bir iştir. Parmak izi ter, yağlı maddeler veya parmaktaki başka maddeler yardımı ile eşyâ üzerine çıkmış olduğundan bunların gözle görülmeleri oldukça güçtür. Bu izleri görünür hâle getirmek için pudra ve muhtelif kimyevî maddeler kullanılır. Bir yerde bulunan iz bu şekilde tespit edildikten sonra bunun fotoğrafı çekilir veya pudralanmış izler saydam bir banda alınır. Elde edilen parmak izleri parçalar hâlinde olsa bile işe yaramaktadır. Hattâ 5-6 mm2lik bir iz parçası dahi parmak izinin tespiti için yeterli olmaktadır. Parmak izi yanında avuç izleri ve hattâ ayak ve ayak parmağı izleri de tespit edebilmektedir. Parmak izi yanında bunlardan da faydalanılmaktadır.

Parmak izinden faydalanma:
Parmak izi, bugün suçlunun tespitinde oldukça önem kazanmıştır. Kesin delil teşkil etmektedir. Bilhassa silah, tabanca vs. kullanılarak işlenen suçlarda parmak izi çok önem kazanmıştır. Parmak izini ilk bulanlar İngilizler olmakla beraber, bunu en modern hâle getiren ABD olmuştur. Washington’da Federal Bureau of Invertigaton (Federal Araştırma Bürosu) kuruldu. Bu kuruluş kısa adı ile FBI şeklinde ifâde edilir. FBI 75.000.000’dan fazla insanın parmak izini tespit edecek hacme ulaşmıştır.

Hergün, FBI’nın 13.000 ajansından 20.000’den fazla parmak izi gelmektedir. 100’e yakın yabancı ülke FBI teşkilatında parmak izi tespiti yaptırmaktadır. İsteyen vatandaşlar da bu teşkilâta müracaat ederek kendi parmak izini tespit ettirmektedir. FBI teşkilâtı sâyesinde, bilhassa kitle hâlindeki ölüm, vak’alarında ölülerin hüviyetinin tesbpiti de mümkün olabilmektedir. Hattâ aylarca gömülü olan ölülerin hüviyetlerinin tespiti bile bu teşkilat sâyesinde mümkün olabilmektedir.

İlmî araştırmalar parmak izinin kimlik tespitinde kesin delil olduğunu göstermiştir. İnsanların parmak izleri birbirlerinin kesinlikle aynısı olmadığından, parmak izi suçlunun tespitinde çok önemli bir delil olmaktadır. Kişinin parmak kıvrımları yaşlanması ile değişmez ve kaybolmaz. Kolay ve ucuz bir metod olduğu için parmak izi bugün hüviyet tesbitinde oldukça sık kullanılmaktadır. Parmak izi, ayrıca imzâ atamayan kişilerin ve bilhassa kadın ve yaşlıların faydalandıkları bir usûldür. Hukuken aynen imzâ gibi geçerli olmaktadır. Parmak izinin imzâ olarak kullanılmasında mürekkepten istifâde edilmektedir.

DNA parmak izi:
İnsan hayâtı üzerinde son derece hassas kararlar vermek zorunda kalan mahkemeler, büyük ölçüde Kriminal Laboratuvarlarıyla Adlî Tıbbın raporlarına başvurmaktadırlar. 1985 yılında İngiltere’de Leicester Üniversitesi Genetik Bölümü öğretim üyelerinden Allec Jeffreys, kalıtım maddesinin incelenerek bir kişiye has DNA karakterinin tespit edilebileceğini öne sürdü. DNA parmak izi (DNA fringerprint) veya genetik parmak izi olarak târif edilebilecek bu özellikler, rekombinat DNA teknikleriyle el parmak izinden daha güvenli olarak kişiyi belirlemede kullanılabilmektedir.

Bir canlıya âit bütün DNA parmak izleri birbirinin eşididir. İki kişinin tesâdüfen aynı genetik parmak izine sâhip olabilme ihtimâli, istatistikî olarak milyarda bir ile ifâde edilebilecek kadar düşük bir derecededir. Sâdece bir damla kan, idrar, tükürük, sprema, vaginal sıvı, menstruasyon kanı, süt, biyolojik bir doku parçası, bir adet kıl veya saç teli kişinin genetik kimliğini belirlemek için kâfidir. Bir suç mahallinde bulunan böyle küçük bir vücut kalıntısından DNA izole edilmekte ve az elde edilen DNA’nın PCRmetodlarıyla çoğaltılıp ASO teknolojisiyle polimorfik genotipi tespit edilebilmektedir.

Nükleik veya moleküler sondalama denen yeni teknikle; saç teli, bir damla kan, sperma veya biyolojik bir doku parçasının proteininden hareket edilerek, genetik koddan faydalanmak sûretiyle, bu proteinin üretimini sağlamış olan gen dizisini bulmak mümkündür. Günümüzde suç failini, bıraktığı genetik parmak izinin incelenmesiyle ortaya çıkarmak mümkün olmaktadır. DNA parmak iziyle % 99’un üzerinde bir başarıya ulaşılabilmektedir.

Hâlen Amerika’da FBI laboratuvarlarında ve İngiltere, Almanya, Hindistan’da genetik sondalama çalışmalarının sonuçları mahkemelerde delil olarak kabul edilmektedir. Aynı usul İngiltere’de babalığın tespitinde de kullanılmaktadır. Genetik parmak izi deliline dayanarak alınan ilk mahkûmiyet kararı, 1987 Ekiminde Bristol Mahkemesine âittir. Genetik parmak izi usûlüyle, bir çocuğun babası belirlenebildiği gibi, kalıtımla ilgili veya bulaşıcı hastalıklar da teşhis edilebilmekte ve bir sığırın cinsiyeti önceden anlaşılabilinmektedir. Bu usûl sâyesinde hayvan yetiştiricilirei, isteğe bağlı olarak erkek veya dişi embriyoları ineklere aşılayabileceklerdir.

Nişasta

Bütün yeşil bitkilerin tohum, meyve ve toprak altı kısımlarında katı hâlde bulunan, bitkinin enerji kaynağını teşkil eden, karbonhidrat yapısındaki beyaz organik maddeler. Dünyâdaki bitkilerin çoğunda, selülozdan sonra en fazla bulunan maddedir. Nebâtî gıdâlarda, nisbî olarak, sudan sonra en fazla bulunan madde nişastadır.

İnsanın günlük karbonhidrat ihtiyacı 350-450 g olup, bunun çoğu nişasta şeklinde alınmakta ve bu, sindirim enzimleri tarafından yavaş yavaş üzüm şekerine (glikoz) çevrilmektedir. Nişasta, beyaz bir toz olup, bitkilerin yedek karbonhidratını meydana getirir. Bu bakımdan hayvanlardaki yağın vazîfesini görür. Bitkilerde, havadaki karbonhidratın özümlenmesi (fotosentez) sonucu meydana gelir. Burada fotosentezle; önce glikoz moleküllerinin yoğunlaşmasıyla yüksek polimer nişasta meydana gelir. Nişasta tâneciklerinin şekil büyüklük ve bâzı özel işâretleri bitkinin cinsine göre değiştiğinden bunları mikroskop altında incelemekle, bitkinin cinsini tespit etmek mümkün olmaktadır.

Teknikte nişasta patates gibi kök bitkilerinden veya buğday, mısır ve çeltik gibi tahıllardan elde edilir. Patateste % 17-24 oranında nişasta bulunur ve normal olarak % 16-22 verimle nişasta elde edilir. Nişasta, yalnız glikoz moleküllerinden meydana gelir. Nişastanın yapısında iki tip ayırdedilir. Amiloz ve amilopektin. Amiloz glikoz moleküllerinin düz zinciri formunda yapı göstermesine karşılık, amilopektin zincir üzerinde dallanmış bir yapı gösterir.

Farklı strüktürel yapısı sebebiyle her iki nişasta bileşeni özellikleri bakımından birbirinden ayrılık gösterirler. Amiloz, nişastada % 20-30 oranında bulunur. Bu, sıcak su üzerinde disperse olarak çözünür. Molekül ağırlığı 10.000-50.000 arasındadır. İyodiyot potasyum çözeltisi (I+KI) ile kesif bir mavi renk verir. Amilopektin, nişastada % 70 oranında bulunur. Sıcak suda ısıtılırsa önce şişer ve sonra üzeri zamkla kaplanır. Molekül ağırlığı 50.000-100.000 arasında bulunur. Bu özellik, dallanmış molekül yapısından hâsıl olmaktadır.

İyot çözeltisiyle menekşe, kırmızı menekşeye kadar değişen renk verir. Bunun için alışılmış nişasta çözeltileri, iyot çözeltisiyle maviden menekşeye kadar reaksiyon gösterirler. Nişasta konsantrasyonu çok büyükse siyah bir renk meydana gelir. Nişasta diğer karbonhidratlar gibi asitler ve enzimlerle parçalanır. Nişastanın hidrolizasyonunun teknik olarak kullanılmasına, gıdâ endüstrisinin farklı kollarında rastlanır. Nişasta şurubu, glikoz elde edilmesi, bunlara misaldir.

Sıcaklığın tesiriyle nişastanın parçalanması farklı ara safhalar üzerinden glikoza kadar devam etmektedir. Bu hâdise pişme sırasında ekmeğin kabuk teşekkülünde görülebilir. Sıcaklık tesiriyle nişastanın glikoza parçalanmasındaki ara safhalar dekstrinler üzerinden olur. Bunlar glikoz moleküllerinin miktarlarından dolayı polisakkaritlere dâhil olup, farklı molekül büyüklüğünde nişasta parçalanma ürünlerinin bir karışımıdır.

Kendi aralarında amilodekstrin, eritrodekstrin, akrodekstrin ve maltodekstrin diye sınıflara ayrılırlar. Bunların her biri iyot çözeltisiyle değişik renk verirler. Bütün dekstrinler müşterek olarak suda çözünürler, fakat mayalar tarafından fermantasyona uğratılmazlar. Nişasta elde etmek için bitki kısımları önce un hâline getirilir. Bu un, su ile karıştırılıp dinlenmeye bırakılır. Üstteki sulu kısım aktarıldıktan sonra dipte toplanan nişasta alınır ve fırınlarda kurutulup toz hâline getirilir. Veyahut da sulu nişasta santrifüje edilerek suyundan ayrılıp, tekrar yıkanıp kurutulabilir.

Kullanıldığı yerler: Nişasta bir gıdâ maddesidir. Eczâcılıkta dolgu maddesi olarak kullanılır. Dekstrin, glikoz ve amil alkol eldesinde bir ilkel maddedir. Endüstride kullanılan nişastalar buğday, pirinç, mısır gibi tahıllardan elde edilir. Bunlarda nişasta miktarı % 65-75 kadardır. Patates yumrularında ise nişasta miktarı % 20’dir. Buğday unu, ayrıca B1 vitamini ve fitin, mısır unu PP vitaminleri ihtivâ eder.

Naftalin

Kızıldereceye kadar ısıtılmış bir tüpten, birçok organik bileşik buharının geçirilmesiyle elde edilen, kendine has bir kokuya sâhip, beyaz kristal yapıda bir hidrokarbon. 1819’da ilk defâ kömür katranından elde edildi. Bugün ise, petrolün katalizör yardımı ile parçalanmasından elde edilmektedir. Kömür katranının fraksiyonlu destilasyonundan elde edilen ve 170-230°C arasında geçen orta yağda naftalin vardır. Orta yağda naftalinden başka fenol ve piridin bazı da bulunur. Bu yağdan kristallendirilerek alınan naftalin, sodyum hidroksit ile muamele edilerek fenolden kurtarılır. Bundan sonra da, erimiş hâlde seyreltik sülfat asidiyle muamele edilir ve böylece diğer safsızlıklardan kurtarılır. Sonra da destilasyona ve sublimasyona tâbi tutularak iyice saflaştırılır.

Özellikleri: Saf naftalinin bileşimi 1826’da tayin edildi. Moleküler formülü C10H8 olup, iki karbonuna hidrojen bağlı değildir. Açık formülü formül var şeklindedir. Bu karbonlar arasındaki çift bağların yerleri, sâbit olmayıp, titreşim hâlinde yer değiştirirler. Saf naftalin 80,1°C’de erir ve 218°C’de kaynar. Suda, soğuk alkolde çözünmez, fakat sıcak alkolde ve eterde çözünür. Sublime olma özelliği vardır. Pikrik, asitle sağlam bir bileşik meydana getirir. Bu bileşiğin erime noktası 151°C’dir. Bu reaksiyondan faydalanarak naftalin karekterize edilir.

Naftalin kokusu güveleri kaçırıcı özellikte olduğundan, yün eşyâların korunmasında kullanılır. Naftalinin göze etki eden zehir özelliği vardır. Naftalinin reaksiyonları genelde benzenin reaksiyonlarına benzer. Naftalin, benzenden daha az doymuş olduğu için, kısmi katılma reaksiyonları verir. Naftalin, çoğu boyaların ve reçinelerin elde edilmesinde kullanılır. Meselâ indigo boyasının elde edilmesinde bir ara maddedir. Ayrıca, trifenilmetan boyaları, antrakinon ve bunun türevleri, naftalinden elde edilir.

Nektaryum

Böceklerle tozlaşan (entomogam) çiçeklerde bulunan ve şekerli bir üsâreden meydana gelen balözü (nektar) salgılayan bezler. Bu salgı bezleri, epiderma (bütün bitkinin yüzeyini örten tek hücre sırasından yapılmış tabaka) ile örtülüdür. Nektar, bu epiderma tabakasındaki gözeneklerden veyahut da ince olan epidermanın yüzeyinden salgılanır.

Nektaryumlar çiçeğin değişik yerlerinde bulunur. Bâzan taç yapraklarının iç yüzü tamâmen nektar salgılar. Bâzan da, yalnız taç yapraklarının tabanında olan bir çukurda salgılanır. Bâzı durumlarda, taç yaprakları tamâmen nektaryum hâline dönüşebilir.

Erkek organların üzerinde, tabanında nektaryumlara rastlanılabilir. Hatta, erkek organlar da körelerek nektaryum hâline geçebilir. Birçok çiçekte nektaryumlar çiçek ekseninden meydana gelebilir. Çiçeklerin dışında, yâni vegatif organların üzerinde de nektaryumlara rastlanabilir. Meselâ yaprak sapı üzerinde, yaprakların üzerinde de nektaryum görmek mümkündür.

Omuz

Boynun iki tarafında bulunan, kolu göğüsle birleştiren kısım. Omuz iskeleti üç kısımdan meydana gelmiştir. Önde köprücük kemiği, arkada kürek kemiği, dış yanda kol kemiğinin üst ucu. Kol kemiğiyle kürek kemiğini birleştiren eklem, hareket kabiliyeti bakımından vücudun en oynak eklemidir.

Anatomik olarak, omuz üç bölgeye ayrılır: Kürek bölgesi, koltukaltı bölgesi ve deltamsı kas (deltoid kas) bölgesi. Omuz eklemi küremsi bir biçim arzeder. Kürek kemiğinin çukurunun kıyısında, kırırdaktan yapılmış bir dudak vardır. Kol kemiğinin başı bu dudağa temas eder. Kol kemiğinin başının, eklemin içinde durmasını sağlayan çeşitli bağlar mevcuttur.

Omuz eklemi, insan vücudunda en geniş hareketleri yapan eklemdir. Hemen her yöne hareketi mümkündür. Vücutta çıkıkların en kolay ve sık meydana geldiği yerlerden biri de omuzdur.

Omuz çıkığı: Kol kemiğinin kürek kemiğindeki yatağından çıkmasıdır. Bu yatak çok yayvan olduğundan omuz ekleminin yerinde muhâfazası, ancak çevre yumuşak dokuları tarafından sağlanır. Bu yapı itibarı ile, omuz çıkığı sık görülür. Kol kemiğinin başı öne veya arkaya çıkabilirse de, öndeki dokuların daha gevşek olmasından ötürü öne çıkıklar çok daha fazladır. İltihap, felç, tümör gibi hâdiselerden dolayı kendiliğinden gelişebilmesine karşı en çok düşme, çarpma, asılma durumlarında ortaya çıkar. Çıkan kolda âni ve şiddetli bir ağrı olur.

Bir süre sonra eklem civarı şişer ve hassas hâle gelir. Hareketler kısıtlıdır. Damar ve sinir zedelenmesi olunca, kolda dolaşım bozukluğuna bağlı morarma veya solukluk ve sinir arazları gelişebilir. Hasta sağlam koluyla çıkık omuzunu tutarak tespit etmeye çalışır. Tedâvisi, çıkığın yerine konması ve bir süre eklem kapsülü tâmir olana kadar tespitidir. Kol, bir üçgen askı ile boyuna asılmalı ve başka bir sargı ile de gövdeye bağlanmalıdır. Tespit süresi 40 yaşın altında 6, daha yaşlılarda 3 haftadır.

Omurilik

Beyin sapından başlayıp, omurga içinde ikinci bel omuruna kadar uzanan ve bundan sonra fibröz (bağdokusu) bir kordon şeklindeki filum terminale denen kısımla devam eden merkezi sinir sisteminin önemli bir parçası. Beyin gibi omurilik de meninksler ismini alan (pia, arachnoidea ve dura) zarlar tarafından çevrilmiştir. Bu zarlar, beyin zarlarının devamıdır. Pia ve arachnoidea zarları arasında, beyin omurilik sıvısı bulunur. Bu sıvı, beyindeki özel boşluklarda bulunan koroid ağları tarafından salgılanır ve özel kanallar vâsıtasıyla omuriliğe ulaşır.

Merkezî sinir sistemiyle ilgili bâzı hastalıkların teşhisinde bu sıvının alınıp incelenmesi büyük önem taşır. Bu sıvının alınması işine (lomber ponksiyon), halk arasında “belden su aldırmak” denir.

Omuriliğin enine kesitinde ortadaki gri maddeyi çevreleyen beyaz bir cevherin mevcudiyeti görülür. “H” harfi şeklindeki gri maddenin ön boynuzları vücûdun ön tarafına, arka boynuzları da arka tarafına uzanır. Ön boynuzlar, vücûdun hareketlerini sağlayan motör sistemle ilgilidir.

Arka boynuzlar da hissî sinirlerle ilgili olup, beyne hislerin iletilmesinde görevlidirler. Omurilik, önden arkaya doğru hafifçe yassılaşmış bir silindir şeklindedir. Yetişkinlerdeki uzunluğu 44-46 cm kadardır. Kalınlığı 8-12 mm arasında değişmektedir. Toplam ağırlığı ise 25-30 gram kadardır. Omurilik baştan sona kadar aynı kalınlıkta değildir. İki yerde şişkinlik gösterir. Bunlardan biri 3. boyun omuru ile 2. sırt omuru arasında; ikincisi ise 10. sırt omuru ile 2. bel omuru arasındadır. Bu şişkinliklerden, alt ve üst uzuvlara giden sinirler çıkar.

Ak madde, omurilik boyunca uzanan sinir liflerinden meydana getirilmektedir. Bu lifler, vazifelerine göre belirli bir düzende seyrederler. Omurilikten çıkan 31 çift sinir, baş ve boyunun bir kısmı dışında vücûdun kaslarını sinirlendirir. Aynı zamanda buralardan kalkan hissî uyarıları beyne iletirler. Her birinin içinde, motor liflerin seyrettiği bir ön kökü ve hissî liflerin bulunduğu bir arka kökü vardır.

Arka kökte bir sinir düğümü (gangliyonu) bulunur. İki kök birleşir ve omurlar arasındaki delikten çıkıp iki dala ayrılır. Bir dal vücûdun arkasına bir dal da önüne gider. Kol ve bacaklara gidecek sinirler, büyük sinir demetlerini (pleksusları) yaparlar. Omuriliğin bir vazîfesi de çeşitli reflekslerin merkezlerini taşımasıdır. Omurilik hastalıkları arasında yaralanmalar, tümörler, iltihaplar ve multipl skleroz hastalığı sayılabilir.

Nükleus

Hücre çekirdeği veya nüvesi. Bu teşekkül, hücrenin ana elemanlarından biridir. Birçok canlı hücrede, sitoplazmaya nazaran ışığı kırma farkı dolayısıyla, donuk kenarlı, parlak bir leke veya keskin sınırlı parlak bir kesecik hâlinde görülür. Şekli, genellikle bulunduğu hücreye benzeme temâyülündedir.

Nükleus sayısı, kâide olarak her hücrede bir kabul edilir. Fakat insan vücûdunda bâzı iki nüveli hücreler de vardır. Leydig hücreleri, karaciğer hücreleri, mîde bezlerinin asit salgalayan hücreleri ve bâzı sinir hücreleri hep iki nüvelidirler.

İki nüveli hücrelerin sayısı, yaş ilerledikçe artmaktadır. Çok nüveli hücreler de vardır.

Yüze yakın nüve ihtivâ eden osteoblastlar, decidua hücreleri, poliferasyon düğümlerinden çözülen hücrelerden olan dev hücreler hep böyledir. Nükleusun (nüvenin) yapısında şu elemanlar bulunur: Nüve zarı, nüve iskeleti, nüve özsuyu ve nükleoller (çekirdekçik). Nüve zarıı delikli (porlu) olup, lipoprotein yapısındadır. Kalınlığı 60-70 Angıströmdür. Nüve iskeletiyse Linin ve Kromatin olarak iki ayrı kısımdan meydana gelmiştir.

Linin ağ şeklinde, nükleusu baştan başa kaplayan iplikçiklerdir. Kromatin ise büyük kısmı nükleoproteinlerden yapılan, nüvenin en dikkat çeken kısmıdır. Hücrenin fonksiyonunu sağlayan kromatin, nüvede, hücrenin cinsi ve fonksiyonuna göre değişik biçimlerde bulunur. Hücre, vazifesini kromatini meydana getiren RNA ve DNA’lar vâsıtasıyla yapar. Nüve öz suyu, nüve iskeleti arasındaki boşlukları dolduran bir maddedir. Nüve, hücrenin hayâtını temin için muhakkak lüzumlu bir yapıdır. Nüvenin hücreden ayrılması veya tahribi, bütün hücreyi mutlaka ölüme götürür.

Larva

Gelişim devreleri gösteren hayvanların yumurtadan çıkan ve kendisini üreten ergin bireylere benzemeyen ilk şekli. Sürfe olarak da bilinir. Kelebeğin larvası, kendisine hiç benzemeyen tırtılıdır. Kurbağanın yumurtadan çıkan siyah renkli ve kuyruklu larvalarına “tetari” veya “iribaş” denir. Larvalar erginlerinden farklı hareketlere sâhiptirler. Denizdeki omurgasızların larvalarının çoğu etraflarındaki “cilia” olarak adlandırılan küçük tüylerin titreşimiyle hareket ederler. Bu larvalar erişkinlerden farklı derinliklerde yaşar ve besin ararlar. Gelişim sonucu değişikliğe uğrayarak ergin şekle dönüşürler.

Kelebek larvası pupa (koza) döneminden sonra kanatlanarak erginleşir. Bir kaç safhada olan bu başkalaşmaya “değişim” (metamorphosis) denir. Değişimi tiroit bezleri kontrol eder. Tiroit bezinin salgısı, vücûdun gelişerek değişimini düzenler. O şekilde kontrol eder ki, hayvan ne küçük kalır ne de çok büyür. Tiroit bezi alınmış bir kurbağa larvası büyümeye devam eder. Fakat hiçbir zaman bir kurbağa biçimi almayıp büyük bir iribaş olarak kalır. Kızböceği, yumurtalarını bir su birikintisi yanına bırakır. Larva, yumurtadan çıkar çıkmaz suya atlayarak, orada besin arar. Bu, hiçbir zaman kızböceğine benzemez. Gelişme sonucu, deri değiştirerek kanatlı hâle geçerek uçmaya başlar. Su larvaları, çoğunlukla kendilerinden küçük mikroorganizmalarla beslenirler. Mikroskobik diatomlar, bunların belli başlı besinlerindendir.

Yumurtalarını karada bırakan böcek cinsi hayvanların larvalarının bir kısmı ipekböceğindeki gibi bitkisel besinlerle beslenir. Balarıları ve yabanarıları sürfelerini kendileri beslerler. Leşçil olan larvalar da vardır. Memeliler, kendilerine benzer yavrular, doğurdukları için bunların larva dönemleri yoktur. Başkalaşım geçiren hayvanların çoğunda larva dönemini, pupa (koza) ve onu da ergin devre tâkip eder. Bu tip canlılara “tam başkalaşım geçirenler” denir. Bâzılarında ise ara devrelerden biri eksik olabilir. Bunların gelişimine de “yarı başkalaşım” adı verilir. Larvaların gelişim süreleri türlere göre birkaç saatten birkaç yıla kadar değişebilir.

Lizozom

Sitoplazmada bulunan bir hücre organeli. Yuvarlak-oval kesecikler şeklinde olup, elektron mikroskobunda görülebilirler. Dışları tek birim zarla çevrili mikroskobik havuzcuklardır. İçlerinde bir dizi yıkıcı sıvı enzimler (biokatalizör) ihtivâ ederler. Bunlardan belli başlıları; asit fosfataz, beta glukruronidaz, hyaluronidaz, lizozim, asit lipaz, asit dezoksiribonükleaz, kollagenaz, aril sülfataz, fagositin olarak sıralanabilir.

Lizozomlar, hayvansal hücrelerin sitoplazmalarında bol miktarda bulunurlar. Alyuvar hücrelerinde lizozom yoktur. İçlerindeki enzimler hücrenin endoplazmik retukulumunda sentezlenir. Enzimlerinin etkisiyle ölü dokuların otolizine (kendi kendini sindirme) sebeb olduklarından “intihar” kesecikleri olarak da bilinirler.

Metamorfoz esnâsındaki gelişme devrelerinde vâki olan doku yıkımlarını yönettikleri gibi, hücre içi sindirimini de sağlarlar. Lizozomlar, hücre tarafından yutulan maddeler veya hücrenin yaşlanan sitoplazma kısımları ve organellerini sindirmekle görevlidirler. Fazla çalışmalarında hücrenin kendi kendisini yok etmesine doku harabiyetine, az çalışmalarında ise belli maddelerin aşırı depolanmasıyla ortaya çıkan depo hastalıklarına sebeb olabilirler.

Lületaşı

İşlenmesi kolay beyaz renkli, gözenekli bir mineral. Lületaşının dünyâda en çok bulunduğu yer Eskişehir’dir. Bu ilimize bağlı Sepetçi köyünde bol miktarda bulunan lületaşı, umumiyetle pipo, sigara ağızlığı tesbih, biblo ve süs eşyâsı îmâlinde kullanılır.

Toprak içinde, geniş damarlar içinde serpilmiş çakıl kümeleri hâlinde bulunan lületaşının, ana maddesi hidratlı bir magnezi silikattır. Emici özelliği olması dolayısıyla, ağızlık ve pipo yapımında birinci sınıf malzeme sayılmaktadır.

Tütünün meydana getirdiği nikotini bir filtre gibi emen lületaşı, zamanla sarımtrak bir renge girer. Ülkemizde ilk defâ bulunduğunda devlet tarafından işletilen lületaşı ocakları, bir müddet sonra özel sektöre devredilmiştir.

Günümüzde, lületaşının bol miktarda bulunduğu Sepetçi ve civar köylerde 300’den fazla lületaşı ocağı bulunmaktadır. Çıkarılan taşlar, yine aynı bölgede mevcut bulunan atölyelerde işlenmektedir.

Bölge halkının başlıca geçim kaynağı olan lületaşı, ülkemize büyük ölçüde döviz kazandırmaktadır. Kalite bakımından, sıra malı, birim malı, parçalı pamuklu, tâneli dökme ve çeltiz dökme gibi beş cinse ayrılan lületaşı; Fransa, Yunanistan, İspanya ve Güney Afrika ile ABD’de az mikdarda bulunmaktadır.

Mitoz Bölünme

Hücrenin bütün elemanlarını eşleyerek iki eşit hücreye bölünmesi olayı. Çok hücreli bitki, hayvan ve bir kısım bir hücrelilerde görülen bölünme şeklidir. Çok hücrelilerde büyüme ve yıpranan kısımların onarılmasını, bir hücrelilerde üremeyi sağlar. Önce belli düzenler içinde çekirdek bölünür. Buna “karyokinez” denir. Çekirdek bölünmesini tâkip eden sitoplazma bölünmesine de “sitokinez” adı verilir. Mitoza, çekirdek bölünmesi mânâsında “karyokinez” adı da verilir.

Mitoz sonucu, bir hücreden iki hücre meydana gelir. Meydana gelen hücrelerin yapısı ve kromozom sayısı ana hücreye benzer. Mitoz, hücrelerde kromozom sayısını sabit tutarak hücre sayısını arttıran bir bölünme şeklidir. Genellikle vücut hücrelerinde görülür. Bölünecek hücrenin hazırlık safhasında (interfaz) kromozomların kimyâsal bileşimi olan DNA’lar kendilerini eşleyerek iki katına çıkar.

Böylece kromozomun maddesi iki kat arttırılmış olur. Hücre bölünmesinde enerjiye ihtiyaç duyulacağından bu safhada hücrede ATP de depolanır. Hayvanların çoğunda mitozu sentrozom başlatır; sentrozom ikiye bölünerek her biri bir kutba gider ve iğ ipliklerini meydana getirir. Bölünme zamanı dışında bütün kromozomlar, çözülmez bir yumak hâlindedir, teker teker fark edilmezler.

Bununla berâber, kromonema denilen ipliksi bâzı yapılar göze çarpar. Çekirdek bölünmeğe başladığında kromonemalar daha iyi görülebilir, kromozomlar da bazofil iplikler hâlinde tesbit edilebilir. Mitoz sonucu meydana gelen hücrelerdeki DNA’ların nitelik ve niceliği birbirinin aynıdır. Mitoz muntazam bir şekilde ardarda meydana gelen bir dizi olaylar hâlindedir. İnterfaz dışında çoğunlukla (ortomitoz’da görüldüğü gibi) dört safhada incelenir.

Mitozun bu safhaları:

a) Profaz,
b) Metafaz,
c) Anafaz,
d) Telofaz adlarını alırlar.

Mitoz iki ana tipe ayrılır; çekirdeğin mecbûri olarak metafazdan geçtiği ortomitoz (düz mitoz) ve kromozomların dağılışının farklı olduğu plöromitoz (eğri mitoz)dur. Plöromitoz, bir hücreli hayvanların çoğunda görülür. Bu mitoz tipinde, kromozomlar doğrudan doğruya iğ ipliğine yapışmaz ve metafaz devresi bulunmaz. Ortomitoz bütün çok hücreli hayvanlarla; çok hücreli bitkilerin ve bir kısım bir hücrelilerin bölünme tarzıdır. Ardarda dört safhadan (evreden) meydana gelir.

a) Profaz: Çekirdek içinde bulunan kromatin iplikler kısalıp kalınlaşır ve kromozom hâline dönüşür. Çekirdek zarı erimeye, çekirdekçik kaybolmağa başlar. Sentrioller, sayılarını iki katına çıkararak (dörde çıkar) kutuplara hareket eder, aralarında iğ iplikleri (ışınsal uzantılar) meydana gelir. Her kromozom, dikine bölünerek kromatit denen iki yavru kromozom meydana getirir. Kromatitler, sentromerlerinden birbirine yapışık durumda ekvator bölgesinde dizilmeye başlar.

b) Metafaz:
Kromozomların eşlenmesi biter. Kromatitler sentromerlerinden ayrılarak, ekvator bölgesinde karşılıklı dizilirler (kardeş kromatitler birbirinin karşısına geçer). Kromozomlar kutuplara çekilmek için sentromerlerinden iğ ipliklerine tutunur. Kromozomlar en belirgin bu safhada gözlenir ve sayılır.

c) Anafaz: Kromozomlar iğ iplikleri yardımıyla kutuplara çekilir. Eş kromozomlar farklı kutuplara giderler. Kromozomların kutuplara hareketi bu safhada net olarak görülür. Sitoplazma hafifçe içeriye çöker.

d) Telofaz: Profazın tersi olur. Çekirdekçik ve çekirdek zarı meydana gelir. Sitoplazma ortadan boğumlanarak ana hücre kadar kromozom taşıyan iki hücre meydana gelir. Bâzı hâllerde sitoplazma bölünmesi gerçekleşmez. Bu durumda çok çekirdekli bir hücre oluşur. Bu olaya “endomitoz” denir. Bitki hücrelerinde de mitoz, aynı safhalarla devam eder. Yüksek yapılı bitki hücrelerinde sentrozom bulunmaz. Bunlarda iğ iplikleri kutuplardaki sitoplazmadan oluşur.

Bitki hücrelerinde selüloz çeper bulunduğundan mitoz sonunda sitoplazma boğumlanamaz. Ekvator düzleminde “hücre plağı” denen bir yapı ile ikiye bölünür. Hücre plağına “orta lamel”de denilir. Daha sonra hücre çeperi oluşumunu tamamlar. Mitozun süresi birkaç saatten birkaç güne kadar sürebilir. En uzun devre profazdır. Kanser hücreleri mitoz bölünmeyle süratle çoğalmak istidadındadır. Birçok kanser ilâcı bu hücre bölünmesini önlemek sûretiyle tesirli olmaktadır.

Gut hastalığı (nikris) krizlerinde kullanılan ve çiğdemden elde edilen kolşisin adlı madde de mitoz bölünmeyi durdurur. Mitoz bölünme yolu ile en süratli bölünmeyi ana rahmindeki cenin göstermektedir. Hücreler yirmi dakikada bir mitoz bölünme geçirirler. En korkunç kanser türünde bile bu kadar çabuk bölünme kabiliyeti mevcut değildir. Dokuz ay gibi kısa bir süre içinde, toplu iğne başı büyüklüğündeki döllenmiş bir hücreden 3-4 kg’lık bir canlıyı yaratan Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.

Gizli Mitoz (Amitoz=Basit bölünme): Amiplerde, kanın akyuvar hücrelerinde (lökositler) ve bâzı bakterilerde rastlanır. Bir hücrelilerde üremeyi sağlar. Sitoplazma ve çekirdek orta kısımlarından boğumlanarak her iki kutba doğru uzamaya başlar. Önce çekirdek ikiye ayrılır. Sitoplazma da bunu tâkip eder ve iki yeni hücre meydana gelir. Son araştırmalar bunun görüldüğü kadar basit olmadığını, gizli mitoz şeklinde cereyan ettiğini, ancak safhalarının mitozda olduğu gibi gözlenemediğini ortaya koymuştur. Bu bölünmeye gizli mitoz anlamında “kripto mitoz” adı da verilir.

Morfoloji

Biyolojinin, mikro canlılar da dâhil olmak üzere, bitki ve hayvanların şekil ve yapılarıyla meşgul olan bir dalı.

Canlıların gelişmelerini ayrı ayrı incelediği gibi, bütün olarak birbirlerine benzerliklerini ve farklılıklarını da araştırır. Morfoloji ile meşgul olanlar, bitki ve hayvanların hassas bir şekilde sınıflandırılmaları için, çeşitli yollar takip ederler.

Bunlardan birinde, vücuttaki uzvî simetri analiz edilir. Böyle bir çalışma pekçok bitki ve hayvanın küresel, ışınsal veya iki yönlü simetrilerden birine sâhip olduğu esasına dayanır.

Meselâ basit bitki ve hayvanlardan bâzıları küresel simetriye sâhipken, mantar ve deniz yıldızları ışınsal simetri gösterirler. Bunların parçaları bir merkezsel eksenden çıkarlar.

İnsan ve bâzı diğer yüksek hayvanlar iki yönlü simetriye sâhip olup, simetrik olan yarılardan meydana gelmiştir. Morfolojik araştırmalar, en basitinden en mükemmeline kadar bütün canlılarda mevcut olan muntazamlığı, en ince teferruatına kadar göstererek, tesâdüf ve evrimin olamayacağını ispat etmektedir.

Lenf

Hücreler arası sıvının, lenfatik kılcal damarlara geçmesi ile ortaya çıkan mâyi. Vücudun her bölgesinde lenf kılcal damarları, yaygın olarak bulunur. Bir bölgenin lenf mâyiinde, o bölgenin hücreler arası mâyiinin vasıfları vardır. Sol kol, başın sol tarafı gövde ve bacaklardan gelen lenf damarları birleşerek ductus thoracicus adı altında göğüs kafesi içinde solven köşesine (angulus venosus sinister) açılır. Göğsün sağ tarafı, sağ kol ve başın sağ tarafından gelen lenfatik damarlar ise birleşip “ductus lymphaticus dexter” adı altında sağ yan köşesine (angulus venosus dexter) açılır.

24 saatte kana karışan lenf miktarı 1-2 litre arasındadır. Lenfte protein, yağ, karbonhidrat, hücre hücre parçacıkları bulunur. Lenfatik sistem, hücrelerden çıkan zararlı maddelerin, barsaklardan emilen yağlar gibi lüzumlu maddelerin dolaşıma katılmasını sağlar. Lenf damarları, toplardamarlar gibi kapaklıdır. Lenf sıvısının bu damarlardaki hareketi, vücut hareketi ve lenf damarlarındaki kasların hareketi ile sağlanır. Lenf damarları, lens (göz merceği), kornea (gözün en dış tabakasının bir kısmı) ve merkezî sinir sistemi organlarında bulunmaz. Lenfatik sistem: Doku veya organların yapısındaki küçük boşluk veya aralıklarda bulunan sıvının kana döküldüğü bir ek yol. Bu mesafenin sıvısındaki protein ve kılcal kan damarlarınca emilmeyen büyük parçalar lenfatik sistem aracılığıyle kana iletilir. Kemik, derinin yüz kısmı, sinirlerin derin, kasları iç kısımları hâriç bütün dokularda lenfatik sistem mevcuttur.

Doku, yapısındaki küçük boşluklarda bulunan lenf sıvısı, içindeki protein, yağ ve diğer partiküllerden (parçacıklardan) meydana gelen ihtivâsı ile lenfatik kılcal damarlardan kolaylıkla ilerler. Fakat bu sistemin damarları boyunca bekçi merkezler vardır. Bunlara lenf düğümleri denir. Lenf düğümleri lenf sıvısı içindeki yabancı partikülleri süzer, onları parçalar ve sindirir. Aynı zamanda bu düğümler bakteriel enfeksiyon hastalıklarında bakterileri parçalayıp onların toksinlerine karşı antikor denen maddeleri yaparlar. Böyle durumlarda lenf düğümleri şişer. Ele gelebilir. Bu mesâfelerden direne olan (taşınan) lenf sıvısını taşıyan damarlar genellikle göğüs lenfatik kanalına (Ductus thoracicus’a) dökülür. Bu da içindeki muhtevayı toplardamar sistemine iletir. Aktivitede bulunmayan bir kişinin göğüs lenfatik damarlarından saatte 100 cc kadar lenf sıvısı geçer. Doku aralığındaki sıvı basıncının artması ile lenf akımı da hızlanır. Ekzersiz hâlindeki bir kişide ise lenf akımı 3-14 misli artabilir.

Lenf Bezi

Lenf damarları üzerinde bulunan mikroskopik büyüklükten üç cm’ye kadar çapı olabilen yuvarlak oval biçimli cisimler. Lenf bezleri, genellikle gruplar hâlinde bulunurlar. En dıştan bir kapsül ile sarılmışlardır. Lenf bezi, içindeki lenfositlerin yerleşme bölgelerine ve mikroskopik yapılarına göre “kortex” ve “medulla” denilen bölümlere ayrılır. Lenf bezlerine giren ve çıkan lenf damarları ve kan damarları vardır.

Lenf damarları ile lenf bezine gelen yabancı (vücudun bağışıklık sistemini uyarıcı) maddeler burada makrofajların yardımıyla lenfositler tarafından tanınır ve gerekli bağışıklık cevabı ortaya çıkar. Belli grup lenf düğümleri vücudun belli bölgelerinden gelen lenfatik damarların uğrak yeri olduğundan bunların muayene ile büyüdüklerinin tesbit edilmesi o bölgelerde iltihabî bir olayın olduğunu gösterir. Kanser yayılımlarında da lenf bezlerinde kanser hücreleri veya bağışıklık hücrelerinin çoğalmasına bağlı büyüme görülebilir. Bu durum teşhiste çok önemlidir.

Lenfosit

Kanda veya bağışıklık sisteminin doku ve organlarında (lenf bezi, dalak, timus gibi) bulunan, iltihâbî hâdiselerin olduğu bölgelere göç etme kâbiliyetindeki hücre. Lenfoit dokular (lenfosit yerleşim bölgeleri) birincil (primer) ve ikincil (sekonder) lenfoit dokular olmak üzere ikiye ayrılır. 1. Primer lenfoit dokular: Kemik iliği (kuşlarda kursak kesesi) ve timustur. 2. Sekonder lenfoit dokular ise; dalak, lenf düğümleri ve sindirim kanalındaki epitel örtüsü altında bulunan lenfoit dokulardır. Lenfositler primer lenfoit dokularda farklılaştıktan sonra çoğalmak üzere sekonder lenfoit dokulara göç ederler ve özel (spesifik) bağışıklık cevaplarını sekonder lenfoit dokulardan verirler.

Böylece vücut, yabancı madde ve mikroplara karşı savunulur. Lenfositler çaplarına göre büyük, orta ve küçük olarak sınıflandırılırlarsa da çapları oldukça değişkenlik gösterdiğinden bu sınıflama pek iyi değildir. Lenfositler ortalama 10 mikron çapındadırlar. Bunun yerine lenfositleri yüzey özellikleri, görevleri (fonksiyonları) ve elektron mikroskoptaki görünüşlerine göre T ve B lenfositler şeklinde sınıflamak daha uygundur. B lenfositleri antikor cevabını (salgılama şeklinde) verirler.

T lenfositleri ise hücresel bağışıklık cevabında ve bütün bağışıklık cevaplarının (hücresel antikor) düzenlenmesinde rol alırlar. Her iki lenfosit türü de vazife görürken makrofajlarla yakın ilişki içindedirler. T ve B lenfositlerinin lenfoit dokularda yerleştikleri bölgeler de farklılık gösterir. Bununla beraber her iki lenfosit tipinin de aynı ana hücrelerden geliştiği son araştırmalarda bulunmuştur. Dinlenme hâlinde yuvarlak olan bu hücreler yabancı bir maddeyle (antijenle) uyarıldıklarında daha büyük, hızla bölünen ve çoğalan hücrelere dönüşürler. Bunlara lenfoblast denir. Böylece verdikleri bağışıklık cevabının daha şiddetli ve etkili olmasını sağlarlar.

Mantarlar

Kök, gövde, yaprak ve klorofile sâhip olmayan renksiz, basit yapılı organizmalar. Klorofil ihtivâ etmemeleri sebebiyle suyosunların (Alg) dan; çok hücreli (bir kısmı tek hücreli) ve büyük olmaları, üreme ve hayat tarzları ve hücre yapıları bakımından bakterilerden ayrılır. Mantarları inceleyen bilim dalına da “Mikoloji” denir.

Târihçe: Mantarların tanınması çok eski zamanlara kadar uzanmaktadır. Bitkiler üzerinde mantarların ürediği ve zararlara sebebiyet verdiğine dâir ilk bilgileri Vedas (M.Ö. 1200) vermektedir. Romalılar zamânında depolarda saklanan yiyecekler üzerinde mantarların ürediğini Pliny (M.S. 23-79) bildirmektedir. Yine aynı bilgin Roma kralının oğlu ve annesinin mantardan zehirlenerek öldüğünü bildirmektedir. Daha sonraları Loncier (182), Clusius (1526-1609), Bauhin (1560-1624), Malpighi (1628-1694), Tournefort (1656-1708), Hooke (1667), Linné (1707-1778) gibi bilginler mantarlar üzerinde araştırmalar yapmışlardır. Mantarların bitki, hayvan ve insanlar üzerinde hastalık yaptıklarına dâir birçok yayın da vardır. Fantoma (1767), Kühn (1858), Lafar mayaların endüstride kullanılmaları hakkında “Technische Mykologie” (1904) adlı yayında bilgi vermiştir.

Bassi (1856), ipekböceklerindeki mantar hastalıkları, Berg (1806-1887), Gruby (1810-1898) mantarların insanlardaki infeksiyonları ile ilgilenmişlerdir. Sabouraud (1864-1938) medikal mikoloji üzerinde önemli çalışmalar yapmıştır. Bugün de mantarların çeşitli yönlerini açıklayan araştırmalar yapılmakta ve devâm etmektedir.

Genel yapıları: Mantarlar genel olarak klorofilsiz ve renksiz organizmalardır. Yüksek mantarlar bâzı renk maddelerini ihtivâ edebilirler. Şekil bakımından en ilkelleri çıplak ve amipsidir. Diğerlerinde kitinden yapılmış bir çeper vardır ve çeşitli şekiller gösterirler. Bir kısmı tek hücrelidir. Bir kısmı ise tek veya çok hücreden yapılmış basit veya dallanmış ipliksi gövdeye sâhiptir. Mantar ipliklerine hif, bu hiflerin teşkil ettiği topluluğa da misel veya miselyum denir.

Metabolizma: Mantarlar saprofit (çürükçül) veya parazit olarak yaşayan heterotrof (dış beslek) organizmalardır. Yedek besin olarak glikojen ve yağ meydana gelir, nişasta yoktur.


Yayılışları:
Mantarlar tabiatta çok yaygın bulunurlar. Dünyâ üzerinde 60.000 kadar mantar çeşidi vardır. Tatlı sularda ve karada, nâdiren denizlerde yaşarlar. Bir kısmı insan, hayvan ve bitkiler üzerinde parazit olarak yaşayıp hastalık meydana getirirler. Toprakta bulunan diğer bir kısım mantarlar da organik maddelerin parçalanmasında rol oynayarak bitkilerin beslenmesine yardım ederler.

Bunun yanında birçok besinin bozulmasına da sebep olurlar. Karada yaşayan yüksek mantarların çoğu “mantar” adı altında bilinir, şapkalı olan bir kısmı yenir, bir kısmı ise zehirli olup, önemli zehirlenmelere yol açar. Bâzı mantarlar da mavi-yeşil veya yeşil suyosunları ile birlikte likenleri meydana getirirler. Üreme: Mantarlar sporlanma ile eşeysiz veya eşeyli olarak üreyebilirler. Mantar miselleri uygun çevre şartlarında çeşitli şekillerde sporları meydana getirirler. Olgunlaşan sporlar fertten ayrılarak serbest hâle geçer ve çimlenerek kendi türüne has mantarı meydana getirir. Mantar sporları, değişen çevre şartlarına karşı çok dayanıklıdırlar. Bu sebeple tabiatta uzun süre canlı kalabilirler. Mantarların şekil ve büyüklükleri türlere göre değişir. Eşemli üremeleri, farklı eşemlere âit sporların birleşmesi ile olur.

Sınıflandırılmaları: Mantarlar da bitkilerdeki bölümler esas alınarak sınıflandırılırlar. Çeşitli görüşler altında sınıflandırılmaları, değişik şekillerde yapılabilmektedir.

Kabaca 5 sınıfa ayrılarak incelenebilirler:
1) Cıvık mantarlar (Myxomycetes), 2) Algsi mantarlar (Phycomycetes), 3) Asklı mantarlar (Asomycetes), 4) Bazidli mantarlar (Basidiomycetes), 5) Gelişmemiş mantarlar (Fungi imperfecti).

Cıvık mantarlar: İlkel ve klorofilsiz organizmalardır. Tek veya çok çekirdekli amipsi hareket eden çıplak bir plazma kitlesine sâhiptirler. Beslenmeleri çürükçül, hayvanî veya parazitiktir. Çoğunluğu suda yaşamaya alışmıştır. Ancak bir kısmı karada (çamurlar, ıslak ve nemli yerlerde) hayatlarını devâm ettirir.

Algsi mantarlar: Mantarların en basit sınıfıdır. Diğer sınıflardan bölmesiz hifleri ile ayrılırlar. Tabiatta çok yaygındır. Toprakta, suda yaşarlar. Genellikle Bitkilerde, nâdiren hayvanlarda hastalık yaparlar. Bu sınıftan asmalarda hastalık yapanlar ile cansız organik maddeler üzerinde küf meydana getiren mantarlar önemlidir.

Asklı mantarlar: Çok büyük bir mantar grubunu ihtivâ eden bu sınıf fertleri (bireyleri), genellikle kara hayâtına uymuşlardır. Ancak, nâdiren tatlı veya tuzlu sularda yaşarlar. Miselleri bölme çeperli olup, zengin dallanma gösterirler. Hücre çeperleri kitindendir. Bir veya çok çekirdeklidirler. Daha çok çürükçül olup, çürümekte olan bitkilerden kendilerine gerekli gıdaları sağlarlar.

Bâzıları da bitkiler ve hayvanlar üzerinde yaşarlar. Bu sınıf mantarlar, gerek tahripkâr olmaları ve gerekse endüstride kendilerinden çok faydalanılmaları sebebiyle önem taşırlar. Bira mayası mantarı bu sınıfa âit olup, şekerli eriyiklerde fermantasyona sebebiyet vermelerinden dolayı sanâyide önemlidir. Küf mantarları ekmek, peynir, meyve suları üzerinde küf meydana getirirler. Bu sınıftan olan penicillium adı verilen küf mantarlarından penisilin antibiyotiği elde edilir. Çavdar mahmuzu mantarından tıpta önemli olan alkaloitler elde edilir. Yenebilen ve kıymetli olan domalan gibi mantarlar da yine bu sınıfta bulunurlar.

Bazidli mantarlar:
Bu sınıfta da bitkilerde hastalık meydana getiren mantarlarla, yenebilen ve insanlar için çok zehirli olan mantarlar bulunmaktadır. Mantar miselleri çok hücreli olup, tomurcuklanma sûretiyle spor meydana getirirler. Buğdaygillerde karapas, rastık, sürme gibi hastalık yapan mantarlar bu sınıfta olup, bitkileri tahrip ederler. Bu grubun en önemli mantarları karada ve bilhassa ormanlarda yaşayan şapkalı mantarlardır.

Şampiyon, kuzu kulağı gibi mantarlar, yenebilen kıymetli mantarlardır. Sinek mantarı(Amanita muscaria) gibi bir kısım mantarlar ise çok zehirlidir. Meselâ sinek mantarı zehirli alkaloitler taşır. Mantar yendikten bir kaç dakika veya bir kaç saat sonra zehirlenme belirtileri görülür. Mantarda bulunan alkaloitler sinir sistemine etki yaptığından, hastanın kalp hareketleri, nabzı yavaşlar, bulantı, kusma, terleme, salya akması ve gözyaşı, sulu ishal ve deliliğe yakın bir sarhoşluk görülür. Hasta deli gibi her şeyi söyler.

Mîde, barsak, karaciğer ve böbrekler çok zarar görür. Hastada su ve elektrolit dengesi bozulur, idrar çok azalır. Eğer mantar çok yenmişse hasta zamanla ağırlaşır ve ölür. Eğer zehirlenme erken anlaşılırsa, ilk yardım olarak ılık tuzlu su içirilir, kusturulur ve birkaç defâ tekrarla mîdesi yıkanırsa hasta kurtulabilir. İlk yardımdan sonra hastâneye kaldırılıp atropin tedâvîsi yapılır, serum verilir. Hastaya aktif kömür, toz kahve, çay ve bir pürgatif verilir.

İlk günlerde karbonhidratça zengin, proteince fakir yiyecekler verilir. Hastaya hiçbir zaman alkol verilmez. Bâzan 1-2 mantar ergin bir insanı bir günde öldürmeye yeterli olabilir. Her yıl mantar zehirlenmesinden olan ölümlerin büyük bir kısmı bu amanita grubu mantarlardan ileri gelir. Zehir maddeleri, mantarı kurutmak, kaynatmak ve kızartmakla kaybolmaz. Zehirli ve yenen mantar arasındaki ayrıntıyı kesin olarak kolayca ayırt edebilecek bir metod yoktur. Kırdan toplanan mantarların yenebilmesi için mantarın çok iyi tanınması gerekir. Aksi hâlde yenmemelidir. Kültür mantarları tercih edilmelidir.

Gelişmemiş mantarlar: Bu sınıfta medikal önemi fazla olan mantarlar bulunmaktadır. İnsan ve hayvanlarda mantar hastalıklarına (mikozis) sebep olurlar. Meselâ, kellik, ağızda meydana gelen pamukçuk, deri üzerinde meydana gelen beyaz lekeler gibi. Mantar miselyumları bölmeli olup, eşemsiz üreme özelliğine sahiptirler. Eşeysiz olan üreme konidyumları aracılığıyla devâm ettirilir. Bu sınıfta bulunan patojenik mantar türleri, insan ve hayvanlarda deri, derialtı ve genel infeksiyonlara sebep olurlar. Mantar infeksiyonlarının çıkış, yayılış ve bunları etkileyen faktörlerin bilinmesi, özellikle bulaşma ve yayılma yönünden, kısa bir sürede tedbirlerin alınması bakımından değer taşır. Bir çiftlikte, yetiştirmede, barınakta veya buna benzer hayvan yetiştiren veya üreten yerlerde hastalığın kaynağını bulmak, etkeni izole ve tanımlamak, infeksiyonu etrafa yayılmadan söndürmek çok önemli ve ekonomik faydalar sağlar.

Mantar hastalıkları, insanlar ve hayvanlar arasında yeryüzünde çok yaygındır. Ancak genel infeksiyonlara sebep olan mantarlardan bâzıları bir hayvandan diğerine veya insanlara bulaşma kâbiliyetine sâhip değildir. Bu durum yayılma ve bulaşma faktörünü ortadan kaldırmakta ve bulaşma zincirini kırmaktadır. Mantar hastalıklarının teşhisi, hastalık etkeninin patolojik materyallerde tesbit edilmesi, kültürler yardımı ile izolasyonu ve tanımlanması ile gerçekleştirilir. Bunun için patolojik materyallerin alınması da önemlidir. Mantar infeksiyonlarında deri, tırnak, kıl, saç, balgam, dışkı, kan, kemik iliği, biyopsi parçaları incelenir. Patolojik materyaller ağzı vidalı, kapaklı şişelere veya petri kutularına toplanır. Âletlerin ve malzemelerin çok iyi sterilize edilmiş olmaları gerekir.

Patolojik materyaller laboratuvarlarda materyalin türüne ve infeksiyon karakterine göre gruplandırılarak, muayeneye tâbi tutulurlar. Materyallerden şüphelenilen infeksiyon türüne göre uygun besi yerlerine ekimler yapılır. Besi yerleri hastalık etkenini en iyi şekilde üretebilme kâbiliyetine sâhip olmalıdır. Besi yerindeki mantar gruplarının veya kolonilerinin gelişme durumu, çaplarının ölçülmesi ile belirlenir. Yalnız üreme durumu, ortam ısısı, süresi, besi yerinin bileşimi ve miktarı ile alâkası olması yanında, türlerin kendine has gelişme kapasitelerine de bağlıdır.

Bâzı mantarlar genellikle çabuk ürer ve 10-13 günde koloni çapı 3-4 cm büyüklüğüne ulaşır. Bâzıları ise 15 günden sonra olgunlaşmaya başlar. Kolonilerin şekli, yapısı, rengi yâni morfolojileri, mantarın teşhisini ve tanımını ortaya koyar. Böylece açık bir teşhise gidilmiş olur. Mantarlar daha çok deri, solunum, mukoza yollarından vücûda girerler. Yaş, cins, meslekler infeksiyon husûsunda önemli faktörlerdir. Bâzı infeksiyonlar muayyen memleketlerde görülür.

Fizyolojisi: Mantarların hücre çeperinde kitin ve selüloz karakterde maddelerin bulunması, bunların devamlı değişen ve çok değişik olan çevre şartlarına uymalarında büyük yardımcı olurlar. Meselâ bir kısım mantarlar, bakterilerin dayanamayacakları kadar yüksek konsantrasyondaki (% 50) şeker solüsyonlarına direnç gösterirler ve bâzı türler de bu yoğunlukta kolayca üreyebilirler. Mantarlar genellikle düşük (pH) derecelerinde bile kolayca üreyebilir ve böyle ortamlara adapte olabilirler. Bu sebeple mantarların pH limitleri 2-11 arasında değişebilir. Asit karakterdeki meyveler ve meyve suları, buzdolabında olsalar bile mantarların üremeleri için iyi bir ortam meydana getirirler. Rutûbet, mantarların üremelerinde çok önemli faktörlerden biridir. Yüksek orandaki rutûbet genellikle üreme üzerine olumlu etki eder. Rutûbet azaldıkça mantarların çoğalmaları da sınırlanmaya başlar. Rutûbet ihtiyaçları da türlere göre değişir.

Meselâ; insan veya hayvan vücutlarında derinin ıslak olması, mantarların yetişmesi için iyi bir ortam sayılabilmektedir. Mantarların üreme, sıcaklık limitleri de türler arasında farklılık gösterir. Bu sınırlar 0-60°C arası olabilmektedir. Patojenik mantarlar için optimal sıcaklık üzerinde veya içinde üredikleri canlının ısı derecesi olarak kabul edilmektedir. Ancak deride lokalize olan mantarların optimal sıcaklığı çevrenin sıcaklığı ile bir yakınlık gösterir. Bunun için bu sıcaklık miktarı 20-25°C’ler arasında değişmektedir. Mantarlar genellikle oksijenin bulunduğu ortamlarda gelişir ve ürerler. Bu sebeple havada bulunan oran kadar oksijen, üreme için gereklidir. Patojenik mantarların çoğu da aerobik şartlarda ürerler. Mantarların üremeleri için ışık önemli bir faktör değildir. Işık olmadan da gelişebilirler. Direkt güneş ışınları üremeyi ve gelişmeyi sınırlar. Mantarlar klorofilleri olmadığından fotosentez yapamazlar. Bu sebeple gıdalarını dışarıdan karşılarlar.

Bâzı mantarlar basit yapıdaki ortamlarda gelişebildikleri hâlde, diğerleri üremeleri ve gelişmeleri için inorganik maddelere, özel üretme faktörlerine ihtiyaçları vardır. Mantarların bâzıları kendilerine gerekli vitamin veya diğer maddeleri sentez edebilirler. Mantarların bâzıları da kuvvetli enzimler sentezleyerek bunların aracılığıyla çevredeki gıdâ maddelerini ayrıştırır ve bunlardan faydalanırlar. Mantarlar, toprak fertilitesinin sağlanmasında, peynirlerin olgunlaşmasında ve bâzı önemli endüstri ürünlerinin elde edilmesinde çok büyük faydalar sağlarlar.

Ayrıca maya hücrelerinin sentezlediği vitaminler (tiamin, riboflavin, nikotinik asit, pantotenik asit, biotin vs.) insan ve hayvanlarda kullanılan medikal maddeler arasındadır. Mantarların sentezledikleri toksinler de insan ve hayvan sağlığı için önemlidir. Meselâ, bâzı mantarların sentezlediği aflatoksin, karaciğerde kanser meydana getirecek etkiye sâhiptir. Buna mukâbil mantarlar, insan gıdâsı olarak kullanılmaları, bir kısmının tıbbî önemi hâiz olmaları diğer bir kısmının ise endüstrideki faydası dolayısıyla önemli bir bitki grubudur.

Mantar toplamak, yetiştirmek özel bilgi ve tecrübeyi gerektirir. Çünkü zehirsizler yanındaki tek zehirli mantarın birlikte pişmesi, hepsine bulaşması demek olacağından çok dikkatli davranılmalıdır. Halk arasındaki yaygın olan, zehirli mantarın herhangi bir gümüş eşyâyı kararttığı görüşü tamâmen yanlıştır. Zehirli mantarlar genellikle renk ve şekil bakımından çok ilgi çekici olurlar. Mantarların zehirli olup, olmadıklarını bâzı belirtilerinden anlama imkânı varsa da toplarken çok dikkatli davranmak gerekmektedir. Zîrâ bir anlık dalgınlık, yiyen kimsenin zehirlenmesi demektir. Mantarların garip dünyâları henüz ilmî açıklık kazanamamıştır. Meselâ; bâzı mantarlar, hemen hemen altı metre çapında el ile dikilmiş görünümünü uyandıran bir dâire içinde yetişmektedir. Bir çeşit mantar da bitkileri bir yüzük gibi sararak buraların yırtılıp, kalbur gibi delinmesine ve sanki içlerinde ışık yanıyor şeklini vermesine sebep olmaktadır.

Coprinus mantarının olgunlaştıktan sonra renginin siyaha döndüğü ve sulanarak mürekkep hâlini aldığı söylenmekte, bir çeşit yuvarlak iplik gibi uzun Myclia mantarının da ona hafifçe dokunan bir solucanı bir uzantı ile hemen yakalayarak içinde hazmetmesi, enteresan olaylar arasında yer almaktadır. Bâzı tür mantarlar insanlarda garip tesirler yapar. Meselâ; Meksika’nın ıslak otlu kesimlerinde yetişen Pslocybe mantarı, yenildiğinde insanın garip şeyler görmesine sebep olur. Bilhassa kızılderililer, dînî âyinlerinde bundan yiyerek güzellik, tazelik ve bilginin sırlarına sâhip olacaklarına inanırlar. Mantarın pekçok çeşitleri olmasına rağmen, bunların arasından ancak bir iki tânesi yenmektedir. Dünyânın en çok mantar yiyen ülkesi, Fransa’dır. Kişi başına düşen yıllık mantar oranı 16 kg’ı bulmaktadır. ABD ve Avrupa’da en çok yenen Agaricus bisporus, Güney Asya’da Volvariella volvacea, Japonya’da ve Çin’de Lentinus edodes başlıca yenen mantar çeşitleridir.

Yurdumuzdaki bâzı mantarlar:


Çayır mantarı: Zehirli türü de olan bu mantara dikkat etmek gerekir. Şemsiye şeklinde, kır ve çayırlarda yetişen bu mantar, açık kahverenklidir.

Şeytan mantarı: Kesildiğinde önce kırmızı, sonra mâvi olan bu mantar oldukça zehirli bir türdür. Sapı karınlı ve sarıdır. Altında koyu kırmızı karışık çizgiler vardır.

Kuzu mantarı: Çoğunlukla zehirsizler sınıfına giren kuzu mantarı, uzun külah biçimli, sarı ve koyu renklidir.

Mercan mantarı: Üzerlerinde beyaz, sarı, pembe tomurcukları olan bu mantarın parmak biçimli çıkıntıları vardır ve zehirsizdir.

Kurt mantarı: Zehirli mantarlar sınıfından olan bu tür, beyaz sert düğme görünüşünde olup, akarsu ve yol kenarlarında yetişmektedir. Mantar, pişirildiği gün hemen yenilmelidir. Mantarı pişirmek için bilhassa emaye, ateşe dayanıklı cam veya porselen kaplar kullanılmalı, mantar kesinlikle alüminyum tencerede pişirilmemelidir. Pişirilecek mantarları çok iyi temizlemek, başındaki yapışkan deriyi çekip çıkardıktan sonra sapını keskin bıçakla kazımak gerekir. Bol suda yıkanan mantarlar, bir peçete üzerine birbirinden ayrı duracak şekilde sıralanıp, iyice süzülmesi beklenir. Daha sonra ince ince doğrayarak pişirmelidir. Mantarı pişirirken tadının kaybolmaması için yalnızca tuz, karabiber ve kıyılmış tâze maydanoz konulur.

Mide

Sindirim sisteminin, yemek borusu ile onikiparmak barsağı arasında kalan ve bir çaydanlığı andıran bölümü. Mîdenin ön ve arka olmak üzere iki yüzü vardır. Her iki yüz sağda küçük kıvrım, solda büyük kıvrımla birbirine bitişir. Yapısı dört katlıdır; seröz zar, mîde kası, mukoza altı ve mukoza. Mîde üst-karın bölgesinde bulunur, sağında karaciğer, solunda dalak, üstünde diyafram, altında enine kalın barsak, arkasında pankreas vardır.

Mîdeyi meydana getiren kas tabakası 1-2 mm kalınlığındadır ve iki temel kas tabakasına ayrılır. Dış tabaka uzunlamasına kas tellerinden, iç tabaka ise dairevî kas tellerinden meydana gelir. Mukozanın yüzeyi, silindirimsi ve çanaksı hücrelerden bir epitelyumla kaplıdır. Epitelyumun üzerindeki çanaksı çukurcukların dibinde salgı bezleri bulunur; salgı bezleri mîdenin çeşitli kısımlarında değişik tiptedir. Mîdenin çalışması hem mekanik, hem kimyâsaldır: Mekanik bakımdan mîde, sağma hareketlerinin cereyan ettiği bir yerdir.

Mîdenin besinleri karıştırdığı pek söylenemezse de, besinleri çoğu zaman başka kısımlardan daha kuvvetli ve esnek bir baskı altında sıkıştırdığı bir gerçektir. Kimyasal bakımdan mîde çeperi üç salgı çıkarır: Mukus salgısı, tek hücreli bezlerden; mîde suyu, borumsu bezlerin ana hücrelerinden; kloridrik asit ise aynı bezlerin kenar hücrelerinden meydana gelir. Mukusun başlıca görevi, proteinleri sindiren mîde suyunun mîde çeperine değmesini önlemektir; çünkü mîde çeperi de proteindendir, mîde suyu ile zedelenebilir. Nitekim, mukus bulunmayan kısımlarda mîde kendi kendini yer ve ülser meydana gelir. Kloridrik asit, mîdede enzimlerin etkisini kolaylaştıran PH= 2 derecesinde bir iyonik asit tepkimesi sağlar.

Pepsin, proteinleri hidroliz yoluyla polipeptitlere çevirir (etin, yumurtanın vb. sindirimi). Peynir mayası, sütün pıhtılaşmasını sağlar. Mîdedeki sindirimin sonucunda kimus meydana gelir. Mîdenin sinirleri otonom sinir sistemine âittir. Otonom sinir sistemini, beyin omurilik sinir sistemiyle birleştiren bağlar sâyesinde yiyecekler mîdeye inince, hattâ yemeğin tadı ağızda belirince mîde suyu salgılanmağa başlar (basit refleks). Fakat terbiye edilmemiş hayvanlar alıştıkları yiyecekleri gördükleri zaman da mîdelerinde salgılama olur (edinilmiş refleks). Terbiye edilmiş hayvanda yiyecek manzarasıyla bir uyarma yapılırsa (refleks) gene aynı sonuç elde edilir. İnsanda da durum aynıdır. Mîdenin kapasitesi normalde 0,5-1 lt; mîde salgısının miktarı da günde ortalama 1,5 lt kadardır.

Mîde Hastalıkları Mîdenin şekil veya durum bozuklukları: Mîdenin şekli kişinin tipine bağlıdır. Kısa boylu olanlarda enlemesine genişlemiş, uzun boylularda ise leğen kemiklerine kadar uzayabilen “büyük J harfi” şeklini almıştır. Bu son durum çoğu defâ mîde düşmesi olarak kabul edilirse de, hastalık anlamına gelmez. Bâzan mîde, kendi uzun ekseni etrafında ânî bir dönüş yapabilir ki bu durumda âcil cerrahî müdahaleyi gerektiren, şiddetli ağrı, bulantı-kusma ile kendini gösteren bir hastalık tablosu meydana gelir. Mîdenin, sâdece röntgen filmleriyle tesbit edilen, fakat herhangi bir şikâyete yol açmayan şekil bozuklukları da vardır.

Mîde urları: İyi huylu ve kötü huylu olabilirler. İyi huylu olanlara çok az rastlanır, pek önemleri yoktur, bâzan hazımsızlık, şişkinlik, ağrı yapabilirler. Asıl önemli olan, kötü huylu urlardır ki bunların başında mîde kanseri gelir. Mîde kanseri her yaşta görülebilirse de daha çok elli yaşını aşkın erkeklerde görülür. Kanserin kesin sebebi henüz bilinmemektedir. Zayıflama, iştahsızlık, kansızlık, karın ağrısı, kanamalar, ishal, sarılık, ağrı, karında su birikmesi, hazımsızlık, şişkinlik gibi belirtilerden biri veya birkaçı bulunabilir. Bâzan ete karşı tiksinti duyulur. Teşhiste mîde filmi yardımcıdır.

Fakat kesin teşhis, mîde kamerası ile mîdeyi inceleyip, şüpheli yerlerden parça alarak, bu parçanın mikroskop altında incelenmesiyle konulur. Fakat yurdumuzda teşhis konulduğu zaman çok kere hastaya yapılacak pek birşey kalmamıştır. Bunu önlemek için en ufak bir şüphe hâlinde film çektirilerek, durum aydınlatılmalıdır ki, erken teşhis konulabilsin. Teşhis konulduktan sonra yapılacak tedâvi: Şâyet iş işten geçmemişse veya hastaya faydası dokunacağına kanaat getirilirse, cerrâhhi müdahaleden ibârettir.

Mîde ülseri: Mîdenin herhangi bir yerinde bulunabilen yaradır. Mîdenin iç yüzünü örten tabakadan, mîdenin dış tabakasına doğru ilerleme gösterir.


Ânî mîde genişlemesi:
Aşırı derecede yemek yeme sonucunda, mîde oldukça genişler ve kasılma gücü azalarak, içindekini boşaltamaz hâle gelir. Bulantı-kusma, karın ağrısı vardır. Tedâvisi sonda ile mîdenin boşaltılmasından ibârettir.

Mayoz Bölünme

Eşeyli üreyen türlerde görülen bir indirgenme bölünmesi. Diploid (2n) hücrelerden, haploid (n) hücrelerin meydana gelmesi olayıdır. Redüksiyon veya meios bölünme de denir. Türlerde kromozom sayısını sâbit tutmak için, eşey hücrelerinde kromozom sayısını yarıya indirgeyen bir bölünme şeklidir.

Sonucunda haploid kromozom ihtivâ eden gamet hücreleri meydana gelir. Erkeği ve dişisi olan canlılarda diploid hücreli yavruların meydana gelebilmesi için mayoz bölünme şarttır. Yalnız eşey hücrelerinde görülür. Bir hücrede mayoz bölünme bir defâ olabilir. Mayoz sâyesinde türlerde kromozom sayısı nesiller boyunca sâbit tutulur. İnsanın vücut hücrelerinde diploid sayıda 2n= 46 kromozom vardır. Fakat üreme hücrelerinde (gametlerde) meios sonucu bu sayı yarıya indirgendiğinden haploid (monoploid) sayıda n= 23 kromozom bulunur. Sperm ve yumurta hücreleri birleşerek zigotu (döllenmiş yumurta) oluşturunca tekrar 2n= 46 kromozom sayısı ortaya çıkar.


Eğer üreme hücrelerinde meios bölünme olmasaydı türlerin her dölünde kromozom sayısı artardı. Mayoz, Mayoz I ve Mayoz II olmak üzere birbirini tâkip eden iki bölünme safhasıyla gerçekleşir. Birincisinde kromozomlar yarıya indirgenerek n kromozom sayılı iki hücre oluşur. İkincisinde kromozom sayıları değişmez, normal bir mitoz olarak cereyan eder. Sonuçta bu iki hücreden kendileri gibi n kromozomlu dört hücre meydana gelir.

Birinci bölünmenin safhaları: Profaz I, Metafaz I,. Anafaz I, Telofaz I;
İkinci bölünmenin safhaları: Profaz II, Metafaz II, Anafaz II, Telofaz II olarak incelenir.

Profaz-I:
Mitozun profazındaki bütün olaylar görülür ve ondan daha uzun sürelidir.

Ayrıca bu safhada:
1. Homolog kromozomlar yanyana gelerek çiftler oluştururlar.
2. Kromozom çiftlerinin kromatitleri “tetrat” denen dörderli gruplar oluştururlar. 3. Homolog kromozom çiftleri birbirine sarılır. Buna “sinapsis” denir.
4. Sinapsis sırasında homolog kromozomlar birbirlerine değdikleri kısımlarda parça değiş tokuşu yaparlar. Buna “crossing-over” adı verilir. Crossing-over kardeş olmayan kromatitler arasında gerçekleşir. Bu olay kromozomlarda gen değişimine sebep olduğundan canlılar arasında kalıtsal çeşitliliğe sebep olur. Crossing-overde çift veya daha fazla bağlantı köprüleri oluşabilir. Birbirine yakın genlerin ayrılma ihtimâli azdır. Uzak olan genlerin ise ayrılma ihtimâli fazladır. Crossing-over ihtimâli gen yakınlığı ile ters orantılıdır.

Metafaz I: Homolog kromozomlar ekvator düzleminde karşılıklı sıralanır. Çift kromatitli bu kromozomlar sentromerlerinden iğ ipliklerine tutunur.

Anafaz I: Homolog kromozomlar kromatitleriyle berâber iğ iplikleriyle zıt kutuplara çekilirler.

Telofaz I: Kutuplara çekilen kromozomların etrâfında çekirdek zarı oluşur. Sitoplazma boğumlanarak ikiye ayrılır. Kromozom sayısı yarıya indirgenmiş haploid (n kromozomlu) iki hücre meydana gelir. Bu hücrelerin kromozomları çift kromatitlidir. Kısa bir dinlenmeden (interfaz) sonra mayozun ikinci bölünmesi başlar. Bu mitoz şeklinde cereyan eder. Ancak profaz II de kromozomların kendilerini eşlemesine lüzum yoktur. Çünkü bu olay mayoz I’de gerçekleştirilmiştir. Telofaz II’nin sonunda n kromozom sayılı dört eşey hücresi meydana gelir. Mayoz sonucu yumurta ana hücresinden oluşan 4 hücreden küçük olan 3 tânesi (kutup hücreleri) eriyerek kaybolur. Kalan dördüncü büyük hücre gelişerek yumurtayı meydana getirir. Erkekte ise sperma ana hücresinden mayoz sonucu döllenme olayına hazır 4 aktif sperma oluşur. Testislerde mayozla gametlerin (eşey hücreleri) oluşumuna “spermatogenez”, ovaryumlarda ise “oogenez” denir.


Mitozla Mayoz Arasındaki Mukâyese Mitoz:

1. Tüm hücrelerde görülür.
2. Mitozda bir bölünme olur.
3. Ana hücre kadar kromozom sayısına sâhip (2n- diploid) iki oğul hücre meydana gelir.
4. Mitozda, sinapsis, tetrat ve crossing-over yoktur.
5. Metafazda eş kromozomlar (kromatitler) ekvator düzleminde karşılıklı dizilir ve iğ ipliklerine tutunur.
6. Anafazda eş kromozomlar kutuplara çekilir.
7. Mitozda oluşan oğul hücrelerin kalıtımı aynıdır.
8. Hücre, ömründe birkaç defa mitoza uğrayabilir.

Mayoz:
1. Yalnız eşey hücrelerinde görülür.
2. Mayozda iki bölünme birbirini tâkip eder.
3. Ana hücrenin yarı kromozom sayısına sâhip (n- haploid) dört oğul hücre oluşur.
4. Profaz I de sinapsis, tetrat ve crossing-over görülür.
5. Metafaz I de homolog kromozomlar karşılıklı dizilir ve iğ ipliklerine tutunur.
6. Anafaz I de homolog kromozomlar kutuplara çekilir.
7. Mayozda crossing-over sâyesinde farklı kalıtıma sâhip oğul hücreler oluşur.
8. Eşey ana hücresi bir defâ mayoza uğrar.

Maya

Genişliği 2-6 mikron, boyu 10- 30 mikron olan ve bakterilerden daha büyük bir tek hücreli. Tabiatta yaygın olarak üzüm bağlarında, meyve bahçelerinde, toprakta, havada ve barsaklarda bulunur. Hücreleri silindirik, yuvarlak, oval veya elipsoit şeklindedir. Bir maya hücresinde, hücre zarı, stoplazma ve çekirdek bulunur. Hücre zarı polisakkarit yapısındadır. Stoplazma lipoprotein yapısında bir zarla çevrilidir.

Protoplazma su, protein, karbonhidratlar, yağ, vitamin ve mineral maddeleri ihtivâ eder. Maya hücreleri, bilhassa vitamin bakımından çok zengindir. Çekirdekte ise DNA bulunur. Ayrıca ihtiyat olarak hücrede glikojen, depo hâlinde bulunur. Bu glikojen, maya hücresindeki amilaz enzimi vâsıtasıyla, glikozdan yapılır. Mayalar tomurcuklanma, bölünme veya sporlaşma yoluyla çoğalırlar. Sporlaşma, askospor meydana getirerek olur. Cinsî özellikler taşıyan iki hücrenin birleşmesiyle bir askus meydana gelir. Askus içerisinde 2-4 veya 8 spor bulunur.

Mayalar klamidosporlar da yaparlar. Çoğu mayalar tomurcuklanmayla ürerler. Maya hücreleri tomucuklanırken, hücrenin yüzeyinde protoplazmadan bir veya daha fazla çıkıntı veya yumru meydana gelir, bunlar yavaş yavaş büyür ve sonunda ana hücrenin büyüklük ve şekline ulaşır ve nihâyet ana hücreden ayrılarak yeni hücreler meydana getirirler.

Esas birey üreme olayından sonra varlığını sürdürür. Bu aseksuel çoğalmadır. Mayalar gelişmek için ıslak ortama ihtiyaç duyarlar. Mayalar en iyi 20-30°C arası olmak üzere 0-50°C sıcaklık arasında gelişirler. Mayaların çoğu, gelişmek için fazla oksijene ihtiyaç duyar. Fakat bâzıları oksijensiz ortamda yaşarlar. Bâzıları yeşil, sarı, kırmızı ve siyah pigmentler meydana getirirler. Bu tür mayalara “Kromojenik maya” denir. Mayalar da küfler gibi çürükçül veya asalak olabilirler. Mayaların çoğu, gıdâ endüstrisinde önemli rol oynarlar.

Mayalanma: Organik maddelerin, bâzı mikroorganizmalarca salgılanan enzimlerin tesiriyle uğradığı kimyevî değişikliktir. Genellikle maya hücrelerinin etkisiyle bu hâdise meydana gelir. Mayada glikojen şeklinde depo edilen şekerler, maya hücresinin enerji kaynağıdır. Maya hücresi sâhip olduğu enzimler vâsıtasıyla glikojeni önce glikoza daha sonra bunu CO2 ve alkollere ayrıştırır.

Bunu yaparken oksijenden faydalanırlar. Yeterli oksijene sâhip olduklarında; Şeker∅Su + Karbondioksit + Alkol ayrışması olur. Çeşitli mayalanma olayları sâyesinde değişik gıdâlar elde edilmektedir. Sütün ekşimesi, sütten yoğurt veya peynir elde edilmesi, ekmeğin mayalanıp kabartılması, üzüm suyunun şaraba dönüşmesi bu tür olaylardandır. Mayalanma sonunda elde edilen maddeler, ilk biçimlerinden renk, koku, şekil gibi özelliklerce farklılık arz ederler.

Mayalanma çeşitleri:
1) Hava ile mayalanma (Aerobik mayalanma). 2) Havasız mayalanma (Anaerobik mayalanma). Asetik ve sitrik mayalanma birinci tür mayalanmaya; laktik, btürik ve alkol mayalanmaları ikinci tür mayalanmalara örnektir. Mayalar, meyve sularının fermantasyonunda, ekmek yapımında, hamurun mayalanmasında kullanılır. Basit şekerlerden ve amonyum nitrojenden vitamin, yağ ve protein sentezi yaptıklarından bu maddelerin elde edilmesinde de kullanılırlar.

Mayaların bugün için kullanım sahasında sanâyi dalları da vardır. Bâzı kimyâsal maddelerin, enzimlerin, vitaminlerin elde edilmesinde kullanılmaktadır. Ekmeğin mayalanmasında kullanılan ekşi hamur, maya hücreleri ve bakteriler bakımından bir karışımdır. Hamurun içerisine katılan maya, hamurdaki nişastayı glikoza ayırır, bu da CO2 ve etilalkole ayrışır. Bunun yanında süt asidi de meydana gelir. Ekmek mayası bileşiminde % 0,5 yağ, % 2,3 anorganik madde ve % 68-73 su, % 14 protein, % 10 CH (glikojen, mannan glukan) bulunur. Bunlardan başka enzim ve vitaminler de vardır. Mayanın 35-40°C’de dikkatle kurutulmasıyla % 8-12 oranında nem ihtivâ eden kuru maya elde edilir.

Hakkında Bilgi - Teknoloji Hakkında Bilgi, Sağlık Hakkında Bilgi, Eğitim Hakkında Bilgi,Kültür Hakkında Bilgi, Sanat Hakkında Bilgi, Din Hakkında Bilgi, Türkiye Hakkında Bilgi, Yaşam Hakkında Bilgi, Bilim Hakkında Bilgi ve Hakkında Bilgi aradığınız birçok şeyi bulabileceğiniz blog sitesi..