Vural Savaş

Vural Savaş, 1 Ağustos 1938'de Antalya'da doğdu.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1969 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Hakim Adayı olarak mesleğe başlayan Savaş, sırasıyla Aralık ve Gülnar Hakimliği ile Yargıtay Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundu.

7 Kasım 1987 tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilen Vural Savaş, Birinci Ceza Dairesi Üyesi iken, Yargıtay Büyük Genel Kurulu'nca 24 Aralık 1996'da yapılan seçimlerde en çok ikinci oyu alarak (93) Mater Kaban'ın (101 oy) ardından beş aday arasına girdi. Savaş, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 17 Ocak 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na seçildi.

Savaş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevi süresince "laiklikten ödün vermez tutumu" ile tanındı. Vural Savaş, 21 Mayıs 1997 tarihinde Refah Partisi'nin (RP) temelli kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. RP, 16 Ocak 1998 tarihinde kapatıldı. Savaş, 7 Mayıs 1999 tarihinde de Fazilet Partisi (FP) hakkında kapatma davası açtı.

Vural Savaş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'ndaki 4 yıllık görev süresini 21 Ocak 2001 tarihinde tamamlayacak.

Savaş, Yargıtay Genel Kurulu'nun 18 Aralık 2000 tarihindeki aday belirleme seçiminde 153 oy aldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, aynı gün, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na, Yargıtay'daki seçimde 104 oy alarak ikinci aday olan 11. Ceza Dairesi Başkanı Sabih Kanadoğlu'nu seçti.

Savaş, 19 Aralık 2000 tarihinde, görev süresinin sona ermesinden sonra emekli olacağını açıkladı.

Evli ve üç çocuk babası Savaş'ın, "Türk Ceza Kanununun Yorumu", "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu" ve "İrtica ve bölücülüğe karşı militan demokrasi" adlı yayınlanmış eserleri bulunuyor.

Voltaire

1694-1778

Asıl adı François Marie Arouet olan, Fransız Devrimine ve Aydınlanmaya büyük katkısı olmuş ünlü Fransız düşünür, yazar, filozof. Tiyatro alanında verdiği unutulmaz eserlerin yanı sıra, ince alayların ve hicvin yaratıcısı yazarın ''Zadig'' adlı eseri, polisiye hikayenin ilk örneği sayılır.

21 Kasım 1694'te doğduğunda kimse bu hasta ve cılız bebeğin yaşayacağını düşünmemişti. François Marie Arouet adıyla vaftiz edilen bu çocuk, hiç bir zaman sağlıklı olmadı, ama üç yaşında bütün La Fontaine hikayelerini ezbere biliyordu. Bunları kendisine, kilise adamlarının gözünde kuşkulu bir kişi olan vaftiz babası Abbe de Chateauneuf öğretmişti. Karşısında yetenekli bir öğrenci bulan baş keşiş, Françoise'ya öğreminin ilk temellerini verirken aynı zamanda kendisinin gelenek dışı görüşlerini de aşıladı.

On yaşında bir cizvit okuluna gönderildi. Okul döneminde oldukça parlak bir öğrenci olan François, keskin zekası ve kavrama yeteneğiyle tüm hocalarını ve papazları şaşartmıştı. Fakat kendisinin hukuk eğitimi almasını isteyen babasına ''Edebiyattan başka meslek istemem'' diyerek karşı çıktı.

Chateauneuf'un yardımlarıyla saray çevresinde kendine bir yer edinen François, ilk trajedisi ''Oedipe''i yazdı. Zekası için 'cılız bedende ne güçlü bir akıl' dendi. Yazılarıyla tanınmaya başlayınca, Voltaire mahlasını kullanmaya başladı. Babası , ilişki kurduğu bu skandal dolu çevreden kurtarmak için, Voltaire'i vaftiz babasının ağabeyi Hollanda elçisi Chateauneuf markisinin yanına gönderdi. Burada da adı bir aşk skandalına karışınca Paris'e geri dönmek zorunda kaldı.

1715'te XIV. Lui'nin ölmesiyle halkın hak ve özgürlükleri konusundaki kısıtlamalar kalkmıştı. Artık insanlar diledikleri gibi konuşup yazabiliyordu. Ama Voltaire'nin kalemi, Orleans Naip'ini kızdıracak kadar sert ve hicivliydi. Bunun üzerine, 18 aylık bir süre için Bastil hapishanesine gönderildi. Burada zamanını IV. Henri üzerine uzun bir epik şiir yazarak geçirdi.

Hapisten çıktıktan sonra Oedipe'sinin sahneye konmasını sağladı. Oyun görülmemiş bir başarı kazandı, ama başarı, iyi bir oyun olduğu için değil, Naipin, Voltaire'in başına gelenlerden sorumlu olduğu söylentileri yayıldığı için geldi. Halk, Oedipe'nin özellikle saray çevresini yermek için yazıldığına inanarak tiyatroya akın ediyordu. Ama ilk oyunun başarısına rağmen diğer oyunları ilgi görmeyince, IV. Henri için yazdığı ''Henriade'' adlı şiirini yayınlamak istedi. Protestanlığı ve dinsel hoşgörüyü savunan şiirin yayınlanmasına izin verilmedi. Sonunda Voltaire, şiirini 1723 yılında Rouen'de bastırdı.

1725 yılında sivri dili yine başını derde soktu. Rohan adında bir şovalyeyi zeki ve iğneleyici yergileriyle kızdırınca Voltaire şovalyenin adamları tarafından dövüldü. Bunun üzerine şovalyeyi düelloya davet etmek zorunda kaldı fakat düellonun yapılacağı gün, Voltaire bir kere daha tutuklanarak Bastil hapishanesine atıldı. Burada on beş gün kalan Voltaire, Fransa'da karşılaştığı haksızlıklara ve aşağılamalara duyduğu öfkeyle İngiltere'ye gitti.

İngiltere'de Bolingbroke Lordu'yla tanıştırılarak zamanının en ünlü ve değerli kişileri arasına girdi. İngiliz Rabelais'ı dediği Swift, Pope, Young, Gay, Congreve gibi yazarlarla, Molborogh, Chesterfield ve Peterborugh düşesleriyle tanıştı. İngiliz toplumu ve burada kişinin düşünce özgürlüğüne gözterilen hoşgörü, Voltaire'i çok etkiledi. Kraliçe Caroline'e ithaf ettiği ''Henriade'' binlerce basıldı. 1729'da Fransa'ya dödüğünde ''XII. Charles'ın Tarihi'' bitmiş ve ''İngilizler Üzerine Mektuplar'' da hazırlanmak üzereydi. Başı kısa bir süre sonra yine kiliseyle derde girice Rouen'e kaçtı ve burada İngiltere izlenimlerinin etkileri olan ''Felsefe Mektupları''nı yazdı.

Voltaire iyice mimlenmişti bir kere ve her yazdığı kilise tarafından yasaklanıyor korkunç bir dinsizlikle suçlanıyordu. En sonunda Du Chatelet adında bir kadın, Voltaire'e kocasının şatosunda gizlenmesini teklif etti. Böylece Voltaire'nin hayatındaki en büyük tutkusu başlamış oldu. O sıralarda Voltaire otuz dokuz yaşındaydı. Bayan du Chatelet ise Voltaire'den on bir yaş küçüktü, evliydi ve hiç çocuğu olmamıştı. Böylece Bayan du Chatelet ve ünlü yazar arasında büyük bir aşk doğdu.

Voltaire'nin şansı kendi ülkesinde de gülmeye başlamıştı. 1745 yılında Madamme de Pompadour'un saraya etkisiyle Voltaire'e krallık tarihçiliği görevi verildi; 1746 yılında da Akademiye seçildi.

Bayan du Chatelet, Voltaire'le arasında kıskançlık yüzünden çıkan bir kavga sonucu kocasının yanına döndü ve kısa bir süre sonra da öldü. Büyük acısını unutmak için durmadan oyunlar ve romanlar yazmaya devam eden Voltaire, 1753'te İsviçre'ye yerleşti. Yerleştiği Ferney kasabasında, dehası '' Candide'' adlı eserinin kusursuzluğunda biçimlendi ve ölümsüzlüğe erişti. Bu eser, Voltaire'in insanlık anlayışının olgun bir anlatımı ver her çağa maledilebilen ince alaylarının en güçlü örneğidir. Hakettiği saygıyı ve ilgiyi yaşamının son yıllarında gören yazar, tekrar Fransa'ya çağırıldı. seksen üç yaşındaki Voltaire, Paris'te sahneye konulacak olan oyunu ''İrene''yi görmek için Fransa'ya gitti.

Voltaire, tiyatro sahnesinde kendisine defne yapraklarından bir taç sunularak karşılandı ve ayakta alkışlandı. İrene büyük bir başarıydı. Ne var ki ölüm Voltaire yaklaşıyordu. Hastalığının işkenceleri, yazarı geç gelen başarısının ortasında yakaladı. 1778 yılının 30 Mayıs günü, büyük bir ziyaretçi kalabalığı arasında hayata gözlerini yumdu; son sözleri '' Beni huzur içinde ölmeye bırakın'' oldu. Voltaire'in zekasının, ince alaylarının, yergilerinin ve keskin yargılarının izleri eserleriyle günümüze kadar gelmiştir. Tiyatro da yazarın vaz geçemediği bir çalışma alanıydı, elliden fazla oyun yazan Voltaire'in en önemli trajedileri '' Zaire''(1732), '' Merope'' ve ''Mohomet''(1741)dir.

Vittorio Jano

0000-1965

Macar asıllı İtalyan otomobil tasarımcısı. 1920’li yıllardan 1960’lı yıllara kadar otomobil piyasasının en büyük isimlerinden birisi olan Jano, Alfa Romeo, Lancia ve Ferrari firmaları ile beraber çalışmış, otomobilleri Grand Prix yarışlarında pek çok birincilik kazanmıştır.

Vittorio Jano, 22 Nisan 1891 tarihinde, Macar asıllı İtalyan bir ailenin ferdi olaran San Giorgio, İtalya’da dünyaya geldi. Instituto Professionale Operaio’da eğitimini tamamlamasının ardından, henüz 18 yaşındayken motor firmaları için teknik ressam olarak çalışmaya başladı.

1911 yılında, Fiat firmasına giren ve Carlo Cavalli adındaki dahi bir tasarımcının yanında çalışmaya başlayan Jano, 1921 yılında, döneminin otomobil endüstrisinin tartışmasız lider firması konumunda bulunan Fiat’da tasarım ekibinin başı olarak görev yapmaktaydı.

1923 yılında, Alfa Romeo firmasına transfer olan Jano, bu firmada, artık klasik araçların en değerlilerinden birisi olarak kabul gören Alfa Romeo P2’nin tasarımını gerçekleştirdi. Alfa Romeo P2, yarıştığı ilk büyük yarış olan French Grand Prix’i kazanarak tasarımcının ününü büyük ölçüde arttırdı. P2 modelinin bu başarıdan bir yıl sonra katıldığı aynı yarışta yaptığı büyük kaza sonucunda sürücü koltuğunda oturan Antonio Ascari’nin vefat etmesi ile güvenilirliği sarsılsa da, Enzo Ferrari’nin sürücü koltuğuna geçip yarışlara devam etmesi sonucunda P2, 1930’lu yılların yarış arabası sembollerinden birisi olarak kalmaya devam ett.

1929 yılından itibaren spor araba yapımcılığına yönelen Jano, Alfa Romeo firması için 1750 Sport ve P3 modellerini tasarladı. P3 modeli ile German Grand Prix 1935’e katılan İtalyan pilot Tazio Nuvalari’nin bu yarışta birinci olması, usta tasarımcıyı büyük bir sevince boğdu.

Alfa Romeo firması ile yaptığı son araç olan Alfetta (Alfa Romeo 158/159), katıldığı 54 Grand Prix yarışından 47’sini birincilikte tamamlayarak tarihin en başarılı yarış otomobillerinden birisi oldu. Bu aracın tasarımının tamamlanmasının ardından, 1945 yılında, gene bir İtalyan firması olan Lancia’ya katılan Jano, Lancia için D50 modelini tasarladı.

1955 yılında, Lancia firmasından ayrılıp Ferrari’ye geçen Jano, Enzo Ferrari’nin oğlu Dino Ferrari ile beraber V6 ve V8 serisi motorları tasarlayarak bu firmanın tarihindeki en başarılı işlerden birisine imza attı.

1965 yılında oğlunun vefat etmesi üzerine büyük bir bunalıma giren Vittorio Jano, aynı yıl intihar ederek hayatını sonlandırdı.

Vincenzo Bellini

1801-1835

İtalyan opera bestecisi olan Bellini’nin eserlerindeki en önemli özellik vokal çizgisi olmuştur.

Bellini 1801 yılında Sicilya’da müzisyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.Babası orgcu olan Bellini ilk bestelerini Napoli Konservatuar’ında verdi.

Daha sonra istek üzerine Napoli Operası için “Bianca e Fernando”yu yazdı.Bu ilk yapıtının başarılı olması başka siparişler almasını sağladı.

1927 yılında Milano’daki Scale Operası için II.Pirata’yı ve 1928’de de Zaira ve La Siaraniera’yı yazdı.

Sonraki altı operasının librettosunu en iyi sahne şairi Felice Romani yazdı.Bu operaların en önemlileri: 1830’da Romeo ve Juliet temasından alınan “Capuletti edi Montecchi.”

1831’de yazdığı “La Sonnambula” (Uyurgezer Kadın) ve aynı yılın sonlarına doğru “Norma” yı yazdı.

I.Pirutani adlı eseriyle ününü pekiştirdi.

Resitatif pasajlara eşlik için orkestrayı kullanması müzikte önemli bir gelişme sağladı.Ancak, eserlerindeki en önemli özellik berrak melodiydi.

Bu konudaki farklılığı, Donizetti, Meyerbeer veya Rossini’nin eserlerinde değil, arkadaşı ve eserlerinin hayranı olan Chopin’in noktürnlerinde buldu.

Chopin Bellini, Listz, Czerny, Thalberg, Herz ve Pixis gibi arkadaşlarıyla birlikte I.Pirutani’den alınan marş teması üzerine altı varyasyon yazdı.

The Hexameron başlıklı bu eser büyük başarı kazandı ve Listz tarafından orkestraya uyarlanarak icra edildi.

Vilhelm Richard Wagner

1813-1883

Ünlü Alman besteci

Vilheim Richard Wagner, 22 Mayıs 1813 yılında, Napolyon'a karşı yapılan kurtuluş savaşının başlamasından hemen sonra ve Uluslar Savaşı'ndan bir kaç ay önce Leipzig'de dünyaya geldi.

Babası Frederich Wagner, polis memuruydu fakat Richard doğmadan önce öldü. Üvey babası Ludwig Geyer ise oyuncu, ressam ve oyun yazarıydı. Üvey babası, Richard'ı tiyatrodaki provalarına götürür, rolü bittikten sonra da tahta sahnede Richard'a bir gece önce anlattığı masalların pandomimini yapardı. Richard, sanat hayatında üvey babasından oldukça etkilenecekti.

Okula başladığında ''Odisseia''nın ilk on iki kitabını kimseden yardım görmeksizin çevirmişti. Homer Yunancasının 6.000 satırını çevirmek on üç yaşındaki bir çocuk için kolay bir iş değildi. Bir yıl önce de piyano dersleri almaya başlamış fakat özel bir yetenek gösterememişti. İlk esin kaynağı Gewandhaus konserlerinin birinde dinlediği Bethoven senfonisi olmuştu. Oldukça etkilenen Wagner, ailesine müzisyen olmak istediğini söyledi ve yazdığı bir tragedyayı müzikalleştirmeye kara verdi. Tekrar müzik dersleri almaya başlayan Wagner, bir uvertür besteledi. Bestelediği uvertür, üvey babasının çalıştığı tiyatronun perde arasında çalınmaya başladı ve izleyiciler tarafından büyük ilgi gördü.

1830 yılında Leipzig Üniversitesi'ne giren genç Wagner, müzik şehri olarak ün yapan Viyana'yı görmek için büyük bir istek duyuyordu. Fakat Viyana'a geldiğinde, bütün tiyatro ve konser salonlarında ''Zampa'' gibi değersiz ve abartılı eserler olduğunu görünce, hemen bu şehirden kaçtı. Wagner'in eski İskandinav efsanelerine olan ilgisi, onu bu fantastik hikayelere dayanan eserler yaratmaya itiyordu. Bu arada Yunan tragedyalarını incelemiş ve ''Geleceğin Sanat Eserleri'' adlı kitabı ile kendi sanat kuramlarını ortaya koymuştu.

1834 yılında ilk operası ''Die Feen''i tamamladı. Bu opera, büyücüler, mağaralar, periler ve sırlarla doluydu. Wagner'in yangın çıkarma saplantısı eserinde ateşe oldukça fazla yer vermesine neden olmuştu. Operanını notaları elden ele dolaştıktan bir süre sonra rafa kaldırıldı ancak Wagner'in ölümünden beş yıl sonra sahneye konabildi.

Wagner, Magdeburg'da opera yönetmenliği yaparken tanıştığı oyuncu Wilhemina Planer ile ilk evliliğini yaptı. 1836 yılında Wagner ''Das Liebesverbot'' ( Aşk Yasağı ) adlı bir opera daha bestelemişti. Hazırlanması için on gün gibi kısa bir süre verilen bu opera, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Oyunculardan hiçbiri rolünü doğru düzgün ezberleyememişti. Ertesi yıl Wagner, Baltık devletinin başkenti Latvia'da Riga tiyatrosunda müzik yönetmenliği görevini aldı. Burada son derece uzun ve gösterişli bir opera olan ''Rienzi''nin kompozisyon çalışmalarına başladı. Riga tiyatrosu ile sözleşmesi sona erdiği zaman, bu eser daha bitmemişti. Fakat Wagner ailesi, biriken borçlarından kurtulmak için Latvia'dan ayrılmak zorunda kaldı.

Rienzi operası 1842 yılında Dresden'de sahneye kondu ve büyük ilgi gördü. Wagner ikinci operası, ''Der Fliegende Hollaender'' (Uçan Hollandalı)ı tasarlamaya başladı. Wagner daha sonra Dresden Saray Orkestrası yönetmenliğine atandı. Tannhauser operası 1845'te, Löhengrin ise 1848 yılında halka sunuldu fakat hiç biri beklenen ilgiyi görmedi. Bundan sonra Wagner'in hayatında dertli, huzursuz, oradan oraya dolaşmakla geçen bir dönem başladı. Wagner, 1848-9 yılları arsında Almanya'nın siyasal akımlarına karışmış, Sakson halkının hükümete karşı ayaklanmasına katılması nedeniyle onun için de tutuklama kararı çıkarılmıştı. Wagner kurtuluşu kaçmakta buldu; Zürih'e sığındı. Oradan Paris'e, Paris'ten de Bordeaux'ya gitti.

Zürih'te kaldığı yıllarda bir arkadaşının karısına aşık oldu. Bu yasak aşk, ''Tristan ve Isolde'' nin doğmasına yol açtı. 1859 yılında Avusturya İmparatoru'nun isteği üzerine Paris Operasında ''Tannhauser''i sahneye koymayı kabul etti. Fakat İmparatora karşı olanlar oyunu sabote ettiler. Wagner de umutları kırılmış bir halde Viyana'ya döndü.

1864 yılında Wagner borçlarından yılmış bir durumdayken, Bavyera Kralı II. Ludvig tarafından Münih'e davet edildi. Büyük bir coşkuyla karşılanan ünlü besteci, ''Tristan''ı sahneledi.

1866 yılında karısı ölen Wagner üç yıl sonra tekrar evlendi. Aynı yıl Cosima ve Richard Wagner çiftinin, Helferich Siegfried Richard adını koydukları bir erkek çocukları oldu.

1876 yılında Wagner'in opera binası düşü, Bayreuth'ta gerçekleşti. Wagner, bu amaç için dünyanın her yerindeki hayranlarından yardım görmüş, krallar ve prensler tarafından desteklenmişti. Artık bestelenecek bir ''Parsifal'' operası kalmıştır. Parsifal Wagner'in ölümünden bir yıl önce Bayreuth'da sahneye kondu.13 Şubat 1883 yılında kalp damarlarının tıkanması nedeniyle hayatını kaybetti.

Wagner, Alman ruhunu renk renk tonlarla dile getirmiş ve İtalya opera biçimini bir kenara bırakarak, ''dram müziği'' dediği, müziğe uydurulan sözcüklere dayanan değil sözcüklere uyan bir müzik icat etmiştir. Ünü birdenbire parlayıp sönmemiş, fakat yavaş yavaş ülkesine yayılmış, hatta yabancı ülkelere taşmıştır. Wagner'in müziği için '' geleceğin müziği'' yakıştırması boşuna değildir.

Victor Hugo

1802-1885

Victor Hugo, Fransa tarihinin en çalkantılı günlerinde, Franche-Comté bölgesinde, 26 Şubat 1802 de, Besançton, Doubs’ta doğdu. III.Napolyon’un başta olduğu dönemde, (1852 - 1855)de Jersey’de ve 1870’te Fransa‘ya dönene kadar da Gurnsey’de sürgünde yaşadı.

Babası, Napolyon'un ordusunda görev aldı ve imparatorun parlak döneminde önemli görevlerde bulundu. Yurt dışına seyahatlere çıktı ve Madrid'te valilik yaptı. Hugo, annesi ve babası arasındaki sorunlar nedeniyle babasının yanında yaşamak zorunda kaldı.

Vehbi Koç

1901-1996

Vehbi Koç, 1901 doğumlu iş adamı ve hayırsever. Temelleri 1927'ye dayanan Koç Holding'in kurucusu ve birçok alanda Türkiye'de ilkleri gerçekleştirmiş bir duayen olan Vehbi Koç, Türkiye'nin en zengin iş adamıydı.

Ahmet Vehbi Koç, 20 temmuz 1901'de Koçzade Hacı Mustafa Efendi (1874-1928) ve Kütükçüzade Hacı Rıfat Efendi'nin kızı Fatma Hanım'ın (ölümü 1963) çocukları olarak Ankara'nın Çoraklık semtinde dünyaya geldi. Baba tarafından üç asırlık, anne tarafından Hacı Bayram-ı Veli sülalesine dayanan altı asırlık bir aileden gelen Koç, 1906 yılında 5 yaşındayken Hacı Bayram Camii'nin bitişiğindeki mahalle mektebi Topal Hoca Mektebi'ne başladı ama sonra 1908'den itibaren Hacı Bayram Camii'nin yanındaki kiralık bir evde faaliyet gösteren 5 yıllık ilkokula devam etti.

1914'te Taş Mektep diye anılan ve binası şimdiki Tıp Fakültesi İhtisas Hastanesi'nin bulunduğu yerde olan Ankara İdadisi'ne giren Koç, 15 yaşındayken İdadi'yi bitirmeden tasdikname aldı. Vehbi Koç'un okul İdaresi'ne tasdikname almak için verdiği dilekçe şöyleydi:

Maişetimi temin etmek için mektebimi terk etmek mecburiyetinde kaldım. Lazım gelen tasdiknamenin verilmesini rica ederim. Ahmet Vehbi

1917'de dedesiyle ve babasıyla görüşerek esnaflığa başlayan Koç, Karaoğlan Caddesi'nde oturdukları evin altındaki dükkan, bir sandık ayakkabı lastiği, bir sandık şeker, bir kaç teker kaşar peyniri, zeytin, makarna gibi mallarla bakkal dükkanı haline getirdi ve üzerine Koçzade Hacı Mustafa Rahmi tabelası kondu. 1920 yılına gelindiğinde Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla, 19 yaşında müsahhih yardımcısı olarak Büyük Millet Meclisi Matbaası'nda Cevat Fehmi Başkut'un yanında çalışmaya başladı fakat 1921 yılında Muhafız Kıtası Kumandanı İsmail Hakkı Bey'in (Tekçe) matbaa yöneticilerine bir meseleden dolayı kızması nedeniyle, diğer matbaa işçileriyle birlikte askere sevk edildi. Vehbi Koç, Muhafız Kıtası'nda 1.5 yıl sürecek askerlik görevine başladı.

1926'da ailesinin, teyzesinin kızı Sadberk Aktar'la evlendirilmesine karar vermesi üzerine 1927 yılında Ankara'lı tüccar Sadullah Aktar'ın kızı Sadberk Hanım'la evlendi. Babasının dükkanı Vehbi Koç'un üzerine devretmesi üzerine Koçzade Ahmet Vehbi ismiyle Ankara Ticaret Odası'na kaydoldu. 1928'de Ankara Ticaret Odası İkinci Başkanı olan Koç'un, aynı yıl içerisinde babası Hacı Mustafa Rahmi Bey, 54 yaşında vefat etti.

1928'de Ford ve Standard Oil (Mobil) şirketlerinin Ankara Temsilciliklerini alan Koç, 1931'de ilk Avrupa seyahatine çıktı. Pheste, Viyana, Berlin ve Paris'i gördü. Babasının ve kayınpederinin genç denilecek yaşlarda kalp rahatsızlığından ölmelerinden çok etkilen Koç, Paris'te devrin tanınmış kalp doktoru Dr. Vacquez'e muayene oldu. Dr. Vacquez'in, henüz 30 yaşındaki Vehbi Koç'u kalbinin sağlam olduğunu söylemesiyle rahatladı fakat 1935'te kız kardeşi Zehra Kütükçü'nün kocası Halim Bey'in çok genç yaşta vefat etmesi üzerine yine evhama kapıldı ve Viyana'da ünlü doktor Epinger'e muayene oldu. Doktorun, açık hava ve spor tavsiye edip, ata binmesinin ona iyi geleceğini söylemesi üzerine, bu spora başlayan ve kısa sürede at sporunun faydasını gören Koç, işi atçılığa, yarışçılığa kadar götürdü. Misket ve Kamelya isimli atlarıyla koşuculuk yaptı. Fakat işe kendisini tam veremediği için 14 bin lira zararla atları elden çıkardı.

1934 yılında sanayi alanında ilk teşebbüsünü yapan Koç, Haliç Sütlüce'de Hovagimyan Biraderler'in boru fabrikasına ortak oldu. Ancak hesaplar iyi yapılmadığı için iş battı. Vehbi Koç, bu tür bir kaç tecrübeden sonra şu karara vardı:

Başkalarının kurduğu işe ortak olmam. Kendi kurduğum işe ortak ararım.

1937'de İstanbul'da ilk şubesini açan Koç, Fermenciler'de 100 bin lira sermayeli Vehbi Koç ve Ortakları Kollektif Şirketi'ni faaliyete geçirdi. Kendi sahalarında işi çok iyi bildiğine inandığı Emin Güraç, İsrail Anastasyan ve İsak Altabef'i, şirkete ortak aldı ve bu ortaklık 1954'e kadar sürdü.

1938'de ise şahıs şirketlerinin uzun ömürlü olmadığını gördü ve sermayesi 300 bin lira olan Koç Ticaret Anonim Şirketi'ni kurarak, müesseseleşme yolunda önemli bir adım attı. (Bu dönemde bir Cumhuriyet Altını 11 lira 12 kuruştur). Şirketin ilk Genel Müdürlüğü'ne İş Bankası Genel Müdür Yardımcılığı'ndan ayrılan Fazıl Öziş'i getirdi.

1944'de ilk otomobil ticaret şirketi olan Motor Ticaret'i kuran Vehbi Koç, 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sonrası ticarette öncelik kazanmak için, New York'ta Ram Commercial Corporation adıyla bir şirket kurdu ve başına Vecihi Karabayoğlu'nu getirdi. Amerika'da Koç Ticaret adına Genel Electric, U.S. Rubber, Oliver, Burroughs, York gibi önemli şirketlerin temsilcilikleri alındı. Amaç, Amerika'ya mal almaya gelen resmi heyetlere mal satmak, danışmanlık yapmaktı fakat umulan sonuç alınamadığı için Ram Commercial Corporation 1954'te kapandı.

1946'da ilk Amerika seyahatine çıkan Vehbi Koç, 52 gün kaldığı bu yeni dünyadan oldukça etkilendi. İşadamlarının zamanı nasıl kullandıklarını, iş görüşmelerini nasıl yaptıklarını gören Koç, Ampul fabrikası için Genel Electric'i ikna etti. (1948'de General Electric ortaklığıyla ilk ampul fabrikasını kuruldu.) İş görüşmelerinin yanında sağlığını da ihmal etmedi, Ford Hospital'de ve Chicago'daki ünlü Mayo Clinic'te kontrolden geçti.

Vehbi Koç, 1947'de Ankara Oksijen Şirketi'ni kurarak kendi sermayesiyle giriştiği ilk sanayi teşebbüsünü gerçekleştirdi. 1951'de ise ilk büyük sosyal yardımını gerçekleştirerek Ankara Üniversitesi Vehbi Koç Öğrenci Yurdu'nu yaptıran Koç, aynı yıl Belçika'da bir otomobil kazası geçirdi ve hafif yaralandı.

1954'de yılında birçok yatırıma imza atan Koç, Bozkurt Mensucat, Kavel, Türk Demirdöküm ile Türkay Fabrikaları kuruldu ve Arçelik'in temellerini atan Erol isimli şirket oluşturuldu. (Bozkurt Mensucat tekstil alanında, Türk Demirdöküm ilk radyatörleri ve daha sonra da otomotiv endüstrisi için dökme parçaları üretmek alanında faaliyet gösterdi. Arçelik Fabrikası ise başlangıçta madeni büro eşyası imal ederken, daha sonra buzdolabı, çamaşır makinası, termosifon üretmeye başladı.) 1956'da ise ilk turizm yatırımını, Divan Oteli'ni kurarak gerçekleştirdi. Divan Oteli, Eylül 1955'te tam açılışı yapılmadan Dünya Para Fonu Kongresi'nin delegelerini ağırlamak üzere hükümetin emrine verildi.

1958 yılında eşi Sadberk Hanım ile birlikte Hac'ca giden Koç, 1960'da DP iktidarının baskısıyla, Müdafaa-i Hukuk devrinden beri kayıtlı bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nden istifa etti ama Demokrat Parti'ye girmeyi reddetti.

1961'de ilk olarak Gazsan A.Ş. adıyla kurulan ve 1963 yılında Aygaz adını alan şirketi kurdu. Sıvılaştırılmış petrol gazı (LPG) temini, depolaması ve dağıtımında öncü oldu ve bu sayede Türk halkı sıvılaştırılmış petrol gazını ilk defa Aygaz ile tanımış oldu. Vehbi Koç 1963'te, şirket sermayesinin %10'u oranında Aygaz hissesinin şirket çalışanlarına verilmesini onayladı ve Aygaz, çalışanlarını şirkete ortak yaptı. 1962'de ise Türkiye'nin ilk traktör fabrikası Türk Traktör'ü kurarak, traktör imalatına geçti.

1963 yılında kurumsallaşma yolunda çok önemli bir adım atarak Koç Holding'i kurdu. Şirketler daha fazla büyümeden temelini sağlamlaştırmak, şirketlerin birbiriyle bağlantısını güçlendirmek, modern yönetim prensipleriyle yönetilmelerini ve en önemlisi sürekliliklerini sağlamak istiyordu. Aynı yıl, annesi Fatma Hanım vefat etti.

1964'de Türkiye'nin ilk kablo fabrikası olan Türk Siemens, Alman Siemens firmasının ortaklığıyla hayata geçti. 1965'de ise İzocam'ı Koç Topluluğu'na dahil edildi ve Elektrik motoru ve kompresör üretecek olan Türk Elektrik şirketi, General Electric ile ortak olarak kuruldu.

Vehbi Koç, 1966 yılında 60 yıllık bir rüyasını gerçekleşti ve ilk Türk otomobili Anadol piyasaya çıktı. Hükümetin, 26.800 liradan satılmasına izin verdiği Anadol, maliyeti düşürebilmek için plexiglass-cam elyafından üretildi. Aynı yıl Bekoteknik, Beldesan, Otoyol, Tekiz ve Sedko tesisleri Koç Topluluğu'na katıldı ve Otoyol, FIAT lisansıyla düz treyler için çekici yapımına başladı. 1968'e gelindiğinde ise otomobil konusunda Türkiye'nin en köklü ve büyük yatırımını gerçekleştirdi ve Bursa'da FIAT lisansıyla otomobil üretecek olan Tofaş Fabrikası, İtalyanlarla ortak olarak kuruldu. Tofaş, 1972'de Murat 124 marka otomobilleri üretti.

1967'de uzun yıllar projelendirdiği tarımsal yatırım düşüncesini hayata geçirdi ve Tat Fabrikası konserve imalatına başladı. Büro eşyası yapımı için Bürosan kuruldu. Türk Eğitim Vakfı'nın kuruluşuna öncülük etti. (Vakfın kuruluşu için 205 kişi biner lira verdi.) İstanbul Amiral Bristol (Amerikan) Hastanesi, Vehbi Koç Kobalt Pavyonu hizmete girdi. Bu dönemde attan düşen Vehbi Koç'un, sol kolu üç yerden kırıldı ve bu yüzden at sporunu bıraktı. Aynı yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesi Vehbi Koç Kitaplık ve Araştırma Tesisi çalışmaya başladı. Ayrıca ODTÜ Vehbi Koç Öğrenci Yurdu açıldı ve 1969'da uzun yıllar uğraş verdiği vakıflaşma, yasal düzenlemelerin yapılmasıyla gerçekleşti ve Vehbi Koç Vakfı'nı kurdu.

1970 yılı Koç Grubu için ekonomik ve ticari alanda büyük adımların atıldığı bir yıl oldu ve ilk önce Türkiye'nin ilk merkezi ihracat organizasyonunu sağlayan Ram Dış Ticaret şirketi kuruldu. Ardından Türk özel sektörünün uzun vadeli çalışmaya yönelik ilk şirket planlama bölümü Koç Holding bünyesinde kuruldu. Kibrit ve orman ürünleri imalatı için Kav kuruldu. Otomotiv sanayi için elektrik donanımı üretecek Mako, Topluluğa dahil oldu. 1972'de Ticari soğuk hava dolapları yapacak olan Mesan kuruldu. 1973'de Koç Yatırım ve Sanayi Mamülleri Pazarlama A.Ş.'nin yüzde 56'sı halka açıldı. Şirket yaklaşık 9.000 ortaklı kuruluş haline geldi. Aynı yıl Vehbi Koç'un eşi Sadberk Hanım vefat etti.

1974'de Migros Gıda Mağazaları zinciri Koç Holding'e dahil oldu. Aynı yıl Vehbi Koç, Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı Büyük Haç Rütbesi'ne layık görüldü.

1975'de Koç Otomotiv araştırma bölümü yeniden düzenlenip geliştirilerek Arge adını aldı. Böylece özel sektörün ilk Araştırma ve Geliştirme bölümü doğdu. 1976'da ise Sarıyer Vehbi Koç Vakfı Lisesi hizmete girdi. 1979 yılında Fransız sermayesiyle işbirliğinin adımı atıldı. Peugot marka araç üretmek için Karsan kuruldu.

Vehbi Koç, 1980'de eşinin vasiyetini yerine getirerek Sadberk Hanım Müzesi'ni hizmete soktu. Türkiye2nin ilk özel müzesinde, Sadberk Koç'un hayatı boyunca biriktirdiği Türk ve Anadolu kültürü sanat eserleri ve sonradan alınmış eserler sergilenmeye başlandı. 1982 yılında ise Türkiye'nin işyerinde eğitim veren ilk Yönetim Çalışmaları Merkezi KOGEM kuruldu ve kurslara başladı.

1983'de 1.Uluslararası Altın Merküri Ödülü alan Vehbi Koç, 1984 yılında Koç Holding İdare Meclisi Başkanlığı'nı oğlu Rahmi Koç'a devrederek, aktif olarak yönetimden çekildi fakat Koç Holding Şeref Başkanı olarak çalışmalarını sürdürdü ve zamanın büyük bölümünü vakıf ve hayır işlerine yönlendirdi. Aynı yıl kendisine Anadolu Üniversitesi tarafından Fahri İşletme Doktoru ünvanı verildi. Fahri Galatasaray'lılık ünvanı aldı. Yüksekova Hemşerilik Belgesi aldı.

1984'te Maret'i kuran Koç, Ford'la 60 yıla yaklaşan birlikteliğin sonucu olarak, Türkiye'nin ilk Ford otomobil üretimini başlattı. Ford Taunus piyasaya sunuldu. Aynı yıl eğitim yardımları dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı'nca takdirname verildi. Koç şirketleri, İstanbul Şehri'ne Etiler-Ulus üstgeçidini (Koç Köprüsü) yaptırarak hediye etti. Trafik kazaları ve 1. Basamak Tedavi Hizmetleri Ünitesi hizmete girdi. Öncülüğüyle Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı kuruldu. Tugev Turizm Geliştirme ve Eğitim Vakfı kuruldu. 1986'da American Express Company ortaklığıyla Koç-Amerikan Bank kuruldu. 1993'de ise Koç-Amerikan Bank'taki Amerikan Express Company hisseleri satın alınarak, banka Koçbank oldu.

Vehbi Koç, 1987 yılında Milletlerarası Ticaret Odası tarafından, Yılın İşadamı ödülüne layık görüldü. Hindistan'ın merkezi Yeni Delhi'deki törende ödülü Hindistan Başbakanı Rajiv Ghandi verdi. Uluslararası ticaretin Nobel�i sayılan ödül, yurtiçi ve dışında büyük yankılar uyandırdı.

1988'de Koç Özel Lisesi'ni kurdu ve ilk mezunlarını 1992 yılında veren lise, kâr amacı gütmeyen bir eğitim kurumu olarak, başarılı öğrencilere de burs vermeye başladı. 1993'de ise Koç Üniversitesi Türkiye'nin ikinci özel üniversitesi olarak öğretim hayatına başladı.

1994 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Nüfus Planlaması Ödülü, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı adına Vehbi Koç'a verildi. Koç, ödülünü 14 Haziran 1994 tarihinde Cenevre'de düzenlenen törenle, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Boutros Boutros Ghali'den aldı. 1996'da ise kendisine Türk Demir ve Çelik Döküm Sanayicileri Derneği tarafından onur üyeliği ve şeref plaketi verildi.

Rahmi Koç (1930), Semahat Arsel (1928), Sevgi Gönül (1938) ve Suna Kıraç (1941) isimlerinde dört çocuk sahibi olan Vehbi Koç, bayram tatilini geçirmek üzere gittiği Antalya'da 25 şubat 1996'da akşam saatlerinde Migros mağazasını gezdi ve yeni projelerle ilgili bilgiler aldı. Aynı akşam Talya Oteli'ne döndükten sonra fenalaştı ve saat 18:332de yaşama veda etti.

Vehbi Koç'un vefatının ardından Aydın Boysan'ın kendisiyle ilgili kaleme aldığı bir anısı şöyledir:

İradesine Hep Hayran Kaldım

Sayın Vehbi Koç ile ilişkimiz 1954 yılında başladı. Demek ki, 40 yılı bulmuşuz. Dile kolay. Ben o zaman genç bir adamdım. Vehbi Bey ise orta yaşlı, ama yine de çok ünlü bir kişiydi.

O günlerden beri neler geçti diye düşünüyorum da, tek cümlelik bir özet yapabileceğimi anlıyorum: Ben yaşlı bir adam oldum, Vehbi Bey ise orta yaşta kaldı.

Sayın Vehbi Koç ile 40 yıl sürebilmiş bir ilişkiden, bazı sonuçlar çıkarmamak mümkün değil. Eminim ki, kendisi bütün ömrümde programlı yaşayabilme başarısını göstermiştir. Zorunlu esneklikler bile, program kavramının ilkeleri içinde yapılmıştır.

Herkese eşit dağıtılmış zaman hazinesini kullanmayı çok iyi bilir. İsterse tatilde olsun, randevularına dakikasında gelirdi. Kişisel olarak benim de programlı yaşayabilme çabalarımda, Vehbi Bey görgüsünün önemli katkısı vardı.

Ancak, Vehbi Bey'den bile hiç öğrenemediğim bir meziyet, ölçülü yaşama başarısıdır. Vehbi Bey ne kadar ölçülü ise, ben o kadar ölçüsüzüm. Özellikle sofrada... Kadeh içeriği tüketiminde. Kendisinin sağlık şartlarına kesinlikle uygun ölçülü yaşama iradesine, ben hep hayran kaldım. O da benim ölçüsüzlüğüme hep hayran kaldı.

Vehbi Koç'un 1973'de kaleme aldığı ve o yıla kadar yaşadıklarını, tecrübelerini anlattığı Hayat Hikayem ve 1987'de kaleme aldığı Hatıralarım, Görüşlerim, Öğütlerim isimli iki kitabı bulunmaktadır.

Val Kilmer

Val Edward Kilmer, 1959 doğumlu Amerikalı sinema oyuncusu. 1991 yapımı Oliver Stone filmi The Doors'taki ve 1995 yapımı Batman Forever'daki performansıyla kariyerinde önemli bir yere gelen Amerikalı aktör, canlandırdığı karakterler üzerinde titizlikle duruyor.

31 Aralık 1959'da Los Angeles, California'da Eugene Kilmer (babası) ve Gladys Ekstadt'ın (annesi) üç oğullarının ortancası olarak dünyaya gelen Val Kilmer'ın ağabeyinin adı Mark, kardeşinin adı ise Wesley idi (Kilmer'ın ergenlik yıllarında kardeşi Wesley evlerinin havuzunda boğulmuştur). Val Kilmer'ın ailesinin kökenleri çok çeşitliydi. İskoç, İrlandalı, İsveçli, Alman ve uzaktan Moğol asıllı olan ailede ayrıca Kilmer'ın baba tarafından büyük büyükannesi Amerikan Cherokee yerlisiydi.

San Fernando Valley'de büyüyen Kilmer, önce Chatsworth High School'u sonrada Hollywood's Professional's School'u bitirdi. 17 yaşındayken New York'taki The Juilliard School'un drama programına kabul edilen en genç öğrenci oldu. Bu okulda ünlü oyuncular Kevin Spacey ve okul yıllarında 3 yıl birlikte olduğu Mare Winningham ile birlikte okudu.

1981 yılında, New York Shakespeare Festivali'ndeki How It All Began adlı oyunda hem yardımcı senarist hem de başrol oyuncusu olarak yer aldı. Francis Ford Coppola'nın 1983 yapımı filmi, The Outsiders'daki rol için gelen teklifi reddeden Val Kilmer daha sonra, Michelle Pfeiffer'ın da başrol aldığı, alkol ve araç kullanımı üzerine yapılmış eğitim amaçlı One Too Many adlı TV dramasında rol aldı.

Genç yaşında tiyatro sahnesinde çok önemli roller üstlenerek yeteneğini kanıtlayan Val Kilmer'ın ilk filmi 1984 yapımı Top Secret'tı. Kilmer rock şarkıcısı Nick Rivers karakterini canlandırdığı bu filmde, bütün şarkıları da kendisi seslendirdi ve hatta filmdeki karakterin adı altında bir de albüm yayımladı. Ardından 1986 yapımı Top Gun'da Tom Cruise'un azılı rakibi Iceman karakterini oynadı ve yönetmenliğini Oliver Stone'un yaptığı, efsane grup The Doors'un yine efsane olmuş vokali Jim Morrison'ın hayat hikayesinin anlatıldığı, 1991 yapımı The Doors'ta müthiş bir performans sergiledi. Film için 6 ay boyunca kilo veren, saçlarını uzatan ve Jim Morrison'ın tüm şarkı sözlerini kelimesi kelimesine ezberleyen Val Kilmer, rolü aldıktan sonra yönetmen Oliver Stone'u ikna etmek için Morrison'ın şarkılarını söylediği bir kaset bile doldurdu. Daha da ilginci, The Doors grubunun orijinal elamanları Kilmer'ı Morrison'dan ayırt etmekte çok zorlandıklarını söylediler.

Kuşağının en yetenekli aktörlerinden biri haline gelen Val Kilmer, Tommy Lee Jones, Jim Carrey ve Nicole Kidman ile birlikte, 1995 yılında Batman Forever'la, Michael Keaton'dan sonra, Batman karakterini canlandıran ikinci aktör oldu. Michael Mann'ın 1995 yapımı Heat filminde Robert De Niro ve Al Pacino gibi oyuncuların karşısında silik kalmayarak, oyunculuktaki başarısını bir kez daha kanıtlayan Val Kilmer, kariyeri boyunca birçok iyi yapımda rol aldı.

Filmlerinde sık sık parmaklarıyla madeni para ve kalem gibi nesneler çeviren ve gergin sahnelerde sağ elinin parmaklarını sıvazlayan Amerikalı aktör henüz bir sinema filmi yönetmedi ama "The Killer Inside Me" adlı romanı esas alarak bir senaryo yazdı ve bir keresinde en büyük hayallerinden birinin bu filmi yönetmek olduğunu söyledi.

1997'de İngiliz Empire Dergisi'nin "Tüm zamanların en iyi 100 film yıldızı" listesinde 62. olan Val Kilmer'ın, Cindy & the Saffrons adlı müzik grubunun solisti Joanne Whalley ile Mart 1988'den Şubat 1996'ya kadar süren evliliğinden, Mercedes isminde 1991 doğumlu bir kızı ve Jack isminde 1995 doğumlu bir oğlu var.

Valentina Tereshkova

Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.S.C.B.)’nin bayrağı altında uzay yolculuğu yaparak uzaya çıkan ilk kadın astronot ünvanını kazanmış olan emekli Rus kozmonot.

Valentina Vladimirovna Tereshkova, 6 Mart 1937 tarihinde, Yaroslavl Oblast, Rusya (eski S.S.C.B.)’da dünyaya geldi. Annesi tekstil fabrikasında çalışan bir işçi, babası ise tarım sektöründe çalışan bir traktör sürücüsü olan Tereshkova, 1953 yılında, liseyi yarıda bırakarak tekstil fabrikasında çalışmaya başladı, bir yandan da özel eğitim alıyordu.

Amatör bir paraşütçü olan olan Tereshkova, aynı zamanda Sosyalist Gençler Birliği (Komsomol)’un da sekreterlik görevini yürütüyordu. Devlete bağlı bir vatandaş olması, babasının II. Dünya Savaşı’nda, Finlandiya Cephesi’nde hayatını kaybetmiş bir asker olması ve şahsi özellikleri birleşince, S.S.C.B.’nin uzay programı için aradığı ideal kadın prototipine uygun birisi oldu.

Sergey Korolyov başkanlığındaki Sovyet uzay araştırmaları birimi, 1961 yılında, Yuri Gagarin’in gerçekleştirdiği uzay uçuşunun ardından, kadın astronotların bu uçuşlara vereceği fiziksel ve zihinsel tepkileri incelemek için uzaya kadın astronot göndermeyi kararlaştırdı.Tereshkova’nın da içinde bulunduğu 5 kadın, bu iş için seçildi. İçlerinden en genci olan Tatyana Kuznetsova, uzaya gitmesi planlanan asıl kişiydi, fakat 1962 yılında geçirdiği fiziksel ve duygusal bazı sorunlar, onun yerine Tereshkova’nın seçilmesini sağladı.

120’den fazla paraşüt uçuşu, Mig-15UTI model jet uçakları ile yapılan uçuş denemeleri, ağırlıksız ortamda yapılan eğitimler ve roket&uzaymekiği mühendisliği üzerine eğitim alan Tereshkova, 16 Haziran 1963 tarihinde, Vostok 6 adlı uzay mekiği ile uçuşunu gerçekleştirerek uzaya çıkan ilk kadın pilot oldu. Dünyanın yörüngesinde 48 tam tur atan ve yaklaşık olarak üç gün boyunca uzayda kalan astronot, uzay mekiğinden ayrıldıktan sonra, paraşütle Orta Asya’ya iniş yaptı. Yolculuğu sırasında çektiği fotograflar, daha sonra astronomlar tarafından araştırmalarında kullanıldı. Tereshkova ile beraber uzaya çıkmak üzere seçilen 4 kadın kozmonotun hiçbiri bu şansı yakalayamadı ve uzaya ikinci olarak çıkma şansı elde eden kadın, 1982 yılında, gene bir Sovyet olan Svetlana Savitskaya oldu.

Vosvok 6 ile olan uçuşundan sonra Zhukovsky Air Force Academy’de havacılık dersleri alan Tereshkova, 1966 ylında kozmonot/mühendis olarak mezun oldu ve 1977 yılında, mühendislik alanında doktorasını tamamladı.

1963 yılında, kendisi gibi bir kozmonot olan Andrian Nikolayev ile evlenen Tereshkova, bu evlilikten Elena adlı bir kız çocuk sahibi oldu. Çiftin 1982 yılında boşanmasının ardından, Yuli Shaposhnikov ile dünya evine giren ünlü kozmonot, bu evliliği 1999 yılında eşinin vefat etmesine kadar sürdürdü.

Uzaydan dönmesinin ardından dünyanın pek çok ülkesinden ziyaret teklifleri alan ve Sovyet Hükümeti’nin de desteklemesi ile dünyayı dolaşan Tereshkova, pek çok onur ödülünün yanı sıra, Sovyet Kahramanlık Madalyası’nı da almaya hak kazandı. Uzay yolcuğunun ardından Komünist Parti ile siyasi hayata da atılan başarılı kadın astronot, S.S.C.B.’nin çökmesinin ardından siyasi kariyerini bitirmiş olsa da, Rus halkının gözünde milli bir kahraman olarak yaşamayı sürdürdü.

Vural Öger

Vural Öger, 1942 doğumlu başarılı iş adamı ve Alman milletvekili. Öger Türktour GmbH Havayolu ve Turizm Firması'nın kurucusu ve sahibi olan Öger, aynı zamanda Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPD) milletvekili ve Avrupa Parlementosu Dış İşleri Komitesi'nin bir üyesi.

Vural Öger, 1 şubat 1942 tarihinde Ankara'da bir subay çocuğu olarak dünyaya geldi. 1960 yılında liseden mezun olduktan sonra Almanya'ya giden Öger, Grafing ve Bad Reichenhall'deki Goethe Enstitüsü'ne gitti, ardından da 1961'de Berlin Teknik Üniversitesi'nde mühendislik eğitimine başladı. 1968'de bu üniversiteden mezun oldu.

27 yaşındayken önce Hamburg'ta daha sonra da Berlin, Hannover ve Bremen'de seyahat büroları açtı. Öger, kurduğu ilk seyahat şirketi ile 1970'li yılların başında Türkiye'ye uçuşlar düzenlemeye başladı.

Öger, 1982 yılında Öger Tours GmbH'yı kurdu. 1990 yılında Alman vatandaşlığına geçmeye karar verdikten sonra Türk pasaportunu bırakan Öger, yeni yasa değişikliğiyle birlikte çifte vatandaşlığa hak kazandı. Ancak yeniden Türk vatandaşlığını elde etmek için hemen harekete geçmedi. Çünkü kağıt üzerindeki vatandaşlığın onun için önem taşımadığını belirten Öger;

Ben kendimi zaten Türk hissediyorum.

dedi. Öger bu sözleriyle 'Aslında başarılı bir Türk olarak, Türk toplumundan biraz soyutlanmış olsa da, Türklüğünü asla unutmuyor.' gibi yorumlar aldı.

1990 yılından itibaren Mısır, Tunus ve Fas'a, ilerleyen yıllarda Yunanistan, Malta ve Dominik Cumhuriyeti'ne uçuşlar düzenleyen Öger Tours, 1997 yılında ATT Turistik GmbH'yi satın aldı. Öger Tours GmbH, Öger Türk Tur GmbH ve ATT Touristik GmbH'dan oluşan Öger Grubu, 1997 ve 1998 yıllarında Küba ve Karayip Adaları'na da uçuşlar düzenlemeye başlamasının ardından 1999/2000 sezonunda da Çin ve İspanya'yı da programına aldı.

Vural Öger, 1996 yılında Almanya'dan turist taşıyan Birgen Air'e ait uçağın Dominik Cumhuriyeti açıklarında düşmesinin ardından zor günler geçirdi. Bu olayın kendisine yeni tecrübeler kazandırdığını ve son derece zor günler yaşadığını söyleyen Öger, çoğu Alman vatandaşı olan 189 yolcunun can verdiği kazadan sonra, bir kesim Alman medyasının bu kazayı Türkiye ve Vural Öger aleyhinde kullanmak istediğini düşünmüş ve şu sözleri söylemişti:

O günlerde sanki transa geçmiş gibiydim. Alman dostlarımdan biraz olsun beni anlamalarını, biraz olsun destek vermelerini bekledim.

Berlin Teknik Üniversitesi'nde Mühendislik öğrenimi gördüğü dönemde gençliğinin siyasi faaliyetlerinden uzak kalan Öger, 2 Haziran 1967'den sonra politikayla ilgilenmeye başladı. Berlin'de düzenlenen İran Şahı aleyhindeki bir gösteriye tesadüfen karışan Öger, çıkan kargaşada polisten dayak yedi ve ağır şekilde yararlandı. İyileşmesi haftalar alan Öger, tazminat talebiyle dava açtı ve Öger'in avukatlığını 68 kuşağının avukatı ve bugünün İçişleri Bakanı Otto Schily üstlendi.

Bu olayın yaşanmasından 30 yıl sonra Vural Öger, Federal İçişileri Bakanı Otto Schily tarafından Göç Komisyonu'na atanan tek yabancı işadamı oldu. Almanya'nın haftalık ekonomi ve siyasi gazetesi Die Woche, Goethe kadar Nasrettin Hoca'yı da okuyan, klasik müzik kadar Türk halk müziği de dinleyen Vural Öger'i, tam bir liberal, bir dünya vatandaşı olarak tanımladı ve onu okurlarına 'Prusyalı Türk' başlığı ile tanıttı. Yazıda, Alman toplumunun içinde Almanlar'dan bile daha sıkı bir disiplin içinde çalıştığı için 'Prusyalı' yakıştırması yapılan Öger'in iş hayatındaki başarılarından, özel hayatındaki kaliteli çizgiden övgüyle söz edildi.

Avrupa Parlamentosu Almanya Milletvekili, Türk asıllı Alman Milletvekili ve işadamı Vural Öger, 1915'teki Ermeni Tehcirinde (Ermeni Sürgünü) Osmanlı Hükümeti üzerinde etkili olan Alman görevlilerin de rolü olduğunu savunuyor.

Türk ve Almanları daha yakınlaştırmak için 1998 yılında kurulan Türk-Alman Vakfı'ında önemli rol oynayan Öger, altı dil konuşabiliyor.

Vladimir Ilyich Lenin

1870-1924

1917 Sovyet Devrimi'nin lideri olan Vladimir Ilyich Lenin, Marksist düşünce ve siyaset adamıdır. Ekim Devrimi'ne öncülük etmiş ve yeni sovyet devletinin temellerini atmıştır. Marx sonrası dönemin en büyük Sosyalist düşünürlerinden biri kabul edilir.

Vladimir Ilyich Lenin, 22 Nisan 1870'de Çarlık Rusyası zamanında adı Simbirsk olan, Ulyanovsk'ta doğdu. Babası İlya Nikolayeviç Ulyanov, demokratik ve özgür eğitim için mücadele veren bir devlet memuruydu; annesi Maria Aleksandrovna Ulyanov ise yine aynı şekilde demokrasi için savaşan biriydi. Bu orta halli öğretmen ailesinin altı çocuğundan ikincisi olan Lenin'nin etnik yapısı çeşitlilik göstermekteydi. Atalarının soyu, Rus, Kalmuk, İsveçli hatta Alman Yahudiliğine kadar gidiyordu.

1886 yılında babasını beyin kanamasından kaybettikten kısa bir süre sonra, Mayıs 1887'de büyük ağabeyi Aleksandr Ulyanov, Rus Çarı III. Aleksandr'ın ölümüne sebep olan bir suikaste katılması sebebiyle asılarak idam edildi. Kız kardeşi Anna da, aynı sebepten Karzan yakınlarındaki Kokuchkino kasabasına sürgüne gönderildi. Bu Ulyanov ailesinin parçalanmasına sebep oldu. Lenin'nin daha genç yaşında böyle bir trajedi yaşaması ilerideki hayatını çok etkiledi.

Ağabeyini kaybettiği yıl liseden mezun olan Lenin, Kazan Üniversitesi'ne girdi. Üniversiteye başlamasından kısa süre sonra da Rus Devrimini destekleyen bir öğrenci örgütüne katıldı. 1888-1889 yılları arasında hukuk eğitimi devam ederken bir yandan da erken dönem Rus Edebiyatı konusunda kendini geliştiriyordu. Üniversite yıllarında Latince ve Yunanca'nın yanında, Almanca, Fransızca ve İngilizce de öğrendi, Karl Marx'ın "Das Kapital" adlı eserini okudu. Ardından 1892 yılında hukuk alanında diplomasını aldı. Mezuniyetinin ardından Volga Nehri'nin yakınlarında bir Tatar köyü olan Samara'da bir süre avukatlık yaptı. 1893 yılında St. Petersburg'a yerleşerek Marksist gruplara katıldı.

Rus devrimine yardımcı olabilecek kişilerle görüşmke üzere Avrupa'ya kısa seyahatler yaptı. 1895 yılının başlarında "Rabochye Delo" adlı bir illegal gazetenin yayınlanması için çalışıyordu. Ancak 7 Aralık 1895'te tutuklandı. 14 ay hapis yattıktan sonra Sibirya'daki Shushenskoye köyüne sürgüne gönderildi. Adından 1898'in Temmuz ayında kendisi gibi bir devrimci olan Nadejda Krupskaya ile evlendi. Nisan 1899'da "Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi-Geniş Çaplı Sanayi İçin Bir İçpazarın Oluşma Süreci" yayımlandı. Sürgünde iken Julius Martov ile birlikte "Iskra" gazetesini kurdu. Devrim hareketi için yazdığı kitaplarda ve makalelerde "Lenin" ismini kullanmaya başladı.

1900 yılında cezasının sona ermesinden sonra Pskov'a yerleşti. Rusya'da ve Avrupa'da birçok seyahat yaptı. Londra, Zürih, Cenevre, Münih, Prag ve Manchester gibi şehirlerde bir süre bulundu. Ardından Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nde aktif görev almaya başladı. 1903 yılında "Ne yapmalı" adlı kitabının etkisiyle parti içinde bölünmeler başladı.Bu kitap Rusya için bir dönüm noktası oldu. Kitap, işçiler arasında yayılmaya başladı ve Rusya'da sosyolist devrimin temelleri atıldı. Kitabın yayınlandığı yıl önce Londra'da daha sonra Genevre'de parti konferansları düzenledi. Bu bölünmeden dolayı "Iskra"dan ayrıldı. 1903 yılında partinin ikinci genel kongresinde Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki anlaşmazlık arttı. Lenin, partide Bolşeviklere önderlik etti. 1905 yılında "Vyperod" adlı yeni bir gazete yayınlamaya başladı.

22 Haziran 1905'te, St. Petersburg'da meydana gelen "Kanlı Pazar" olayı Rus devrim hareketinin bir anda hızlanmasına sebep oldu. Çar II. Nicholas'ın kuvvetlerini, hakları için yürüyüş yapan işçilerin üzerine göndermesi büyük bir katliama neden oldu. Bu olay Çarlık rejiminin yıkılması için bahane teşkil etti.

1906 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin lideri konumuna geldi. Ancak güvenliğinden endişe ettiği için Finlandiya'ya gitti. Partinin beşinci genel kongresinde başkan olarak tekrar Lenin'nin seçilmesi yerini sağlamlaştırmasını sağladı. 1908 yılına gelindiğinde "Materyalizm ve Ampiryokritisizm" adlı çalışmasını yayımladı. Çalışmalarına Avrupa'da devam eden Lenin, 1912 yılında Prag'da parti konferansı düzenledi. Aynı yıl Bolşevikler kendilerine özel partilerini kurdular.

1914 yılının Ağustos ayında Almanya, Rusya'ya karşı savaş açtığını ilan etti. Böylece I. Dünya Savaşı'na Çarlık Rusya'sı da girmiş oluyordu. Bu olay üzerine Lenin, Rusya'dan ayrıldı ve Bern'e gitti. bir yandan savaş karşıtı çalışmalarını sürdürürken diğer yandan 1916 yılında "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Noktası" adlı kitabını yayımladı. 1915 yılında Zimmerwald Konferansı'nı düzenledi. Burada lider konumunu yükseltmişti. Lenin'nin sevgilisi olduğu iddia edilen Inessa Armand gibi Rusya'yı terk edip Paris'e yerleşen ve sürgün hayatı yaşayan diğer Bolşeviklerle birleşti. Emperyalist bir düşünce ile çıkmış I. Dünya Savaşı'na destek veren Avrupalı Sosyal-Demokrat Partiler, Lenin'nin inancını kırmıştı. Avrupa'da Sosyalizmin daha hızlı yayılacağına inanıyordu. Bu olaylar Lenin'nin İkinci Enternasyonal'den ayrılmasına sebep oldu.

Bütün bunlar olurken I. Dünya Savaşı nedeniyle İsviçre'den çıkamıyordu. 1917 yılında II. Nicholas'ın devrilmesinden sonra Rusya'ya dönme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanıyordu. İsviçreli komünist Fritz Platten, Lenin ve yandaşlarının Rusya'ya dönebilmeleri için Almanya ile anlaştı. Almanya'dan sonra İsveç'e geçen Lenin'nin İskandinavya'ya olan yolculuğu Otto Grilund ve Ture Nerman tarafından ayarlanmıştı.

Lenin, 1917'nin Nisan ayında Petrograd'a vardı ve hemen arkasından "Nisan Tezleri"ni yayımladı. Bu son yayını ile Bolşeviklerin lideri konumu sağlamlaştı. ülkeden uzak kalması nedeniyle Bolşeviklere muhalefet artmıştı. Hatta Lenin'nin Almanya'dan destek aldığı bile ortaya atılmıştı. Bu iddialara yanıt vermek için 17 Temmuz 1917'de Lev Troçki, Lenin'i savunan bir konuşma yaptı.

Temmuz ayında meydana gelen başarısız bir Bolşevik ayaklanmasından sonra güvenliği nedeniyle Finlandiya'ya gitti. fakat kısa bir süre sonra devrim hareketine devam etmek için gizlice Petrograd'a döndü. 24 Ekim 1917'de Petrograd'daki Kışlık Saray, Lenin ve adamları tarafından ele geçirildi. Böylece Çarlık yıkılmış ve Bolşevikler iktidarı ele geçirmiş oldu. Gerçekleşen sosyalist devrim, Sovyetler Birliği'nin kurulmasıyla neticelendi. 1922-1228 yılları arasında hazırlanan 5 yıllık kalkınma planı Sovyet rejiminin oturmasını sağladı. Bolşevik İhtilali'nin I. Dünya Savaşı'na etkileri de büyük oldu. İhtilal sonrası Rusya gibi büyük bir gücün itilaf devletlerinden ayrılması savaşın dengelerini altüst etmiştir.

Lenin, 8 Kasım'da Rus Sovyet Kongresi tarafından hükümet başkanı derecesinde olan "Halk Komiserleri Konsey Başkanı" seçildi. Bu sırada I. Dünya Savaşı devam etmekteydi. Almanların doğuya doğru sürekli ilerlemeleri ve Rus sınırını geçmeleri üzerine Almanya ile 3 Mart 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzaladı. Ancak bu antlaşma sonucunda Rusya batıda büyük toprak kayıpları yaşadı. Bolşevikler 19 Ocak'ta yapılan seçimleri kaybedince, partinin organı olan "Kızıl Muhafızları" kullanarak oturumu kapattırdılar. Bolşevik muhalefetlerini bu tarihten sonra sürgün bekliyordu. Artan karmaşa ortamında iç savaş çıkma durumuna gelindi.

Ancak Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimci Parti'nin sol kanadı ile birlikte koalisyon kurması ortamı biraz yumuşattı. Muhaliflerin en karşı oldukları konu Almanya ile imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması idi. Başka partiler ile birleşen devrimciler Bolşevik hükümetini devirme planları kuruyorlardı. Lenin'nin bu duruma tepkisi büyük oldu. Muhalif partilerin yöneticileri ve üyelerinin kimi hapsedildi kimi ise sürgüne gönderildi.

Bolşevik hükümetini karşıdevrimcilerden korumak amacıyla "Çeka" adı verilen gizli polis teşkilatı kuruldu. 1918 yılında Yekaterinburg'da ilerleyen muhaliflerin yönetimindeki "Beyaz Ordu" devrik çar II. Nicholas'ı ele geçirmeyi planlıyorlardı. Merkezi komite üyesi Yakov Sverdlov, çarın öldürülmesi gerektiğini savunmuştu.

14 Ocak 1918'de Petrograd'da Sosyalist Devrimci Parti üyesi Fanya Kaplan, Lenin'e suikast girişiminde bulundu. Bu Lenin'e karşı düzenlenen ilk suikast girişimi değildi. Sosyalist Devrimci Parti ve muhalifler tarafından suikast planları sıkça gündeme gelmekteydi. Ancak Fanya Kapla'nın girişimi Lenin'nin hayatının en çok riske girdiği suikast girişimi oldu. Açılan ateş sonucu kurşunlardan ikisi omuzuna, biri akciğerine isabet eden lenin, daha sonra iyileşmesine rağmen bu izleri hep taşıdı.

Bolşevikler, ihitilalden sonra kanlı bir şekilde iktidarda kalmayı sağlıyorlardı. Komünist rejime karşı olanlar ve devrim karşıtı gösterilenler hükümete karşı eylemde bulundukları gerekçesiyle ağır şekilde cezalandırılıyorlardı. Bu olaya "Kızıl Dehşet" denilmişti. Bu olaylarda rejimin savunucusu ve uygulayıcısı "Çeka" oluyordu.

1919 yılının Mart ayında Lenin ve diğer Bolşevikler diğer ülkelerden gelen Sosyalistler ile "Komünist Enternasyonal"i kurdu. Artık komünist rejim oturmuş hatta Bolşevik partisi önce "Rusya Komünist Partisi" ardından da "Sovyetler Birliği Komünist Partisi" adını almıştı.

Bir yandan Rusya'da iç savaş devam etmekteydi. Devrimcilerin yönetimindeki "Kızıl Ordu" ve karşıdevrimin yönetimindeki "Beyaz Ordu" arasında çatışmalar hızla devam ediyordu. Leon Troçki tarafından yönetilen "Kızıl Ordu" 1920 yılında "Beyaz Ordu"yu mağlup ederek iç savaşın son bulmasını sağladı. Ancak bu olaylar rejimin sert ve tutucu olmasına neden olmuştu.

İç savaşın son bulmasında sonra Lenin, devrimi artık batıya yaymak gerektiğine ve inanıyordu. O dönem bağımsızlığını yeni kazanmış olan Polonya Cumhuriyeti 18. yüzyılın sonlarına doğru Rusya tarafından ilhak edilen doğu topraklarını kontrol altına almaya başlayınca, bu bölgelerin kontrolü konusunda Bolşevik hükümetiyle karşı karşıya geldi Çatışmalar 1919 yılında Polonya-Sovyet Savaşı'na sebep oldu. Almanya'da devrimin sürmesini Lenin, bir fırsat olarak gördü. Rus Devrimi ile Alman Devrimi'nin komünist destekçilerini birbirine bağlamak için Kızıl Ordu'nun, arada kalan Polonya'yı sıçrama tahtası olarak kullanıp hem Almanya'ya hem de Batı Avrupa'daki diğer komünist hareketlere yardıma gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Sovyet Rusya'nın Polonya-Sovyet Savaşı'nda yenilmesi üzerine bu planlar suya düştü.

Lenin, 1917 yılında yaptığı bir konuşmada emperyalist ve kapitalist güçlerin egemenliği altındaki devletlerin biran önce birlik olması gerektiğini söylemişti. Ancak bu ilkenin uygulanmasında ve istediği koşullarda bir birliğin yaratılmasında başarı sağlayamamıştır. 1920-1921 yıllarında, altı ulusal cumhuriyet Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Fedarasyonu arasındaki ilişkiler açık biçimde tamamlanmış değildi. Lenin bu birliğin sosyalist, enternasyonalist ilkelere uygun şekilde belirlenmesini istiyordu.

Gürcistan'ın birliğe katılım koşullarının müzakere edildiği dönemde, iç savaş sırasında da orada görev almış olan Josef Stalin ve Ordzhonikidze'nin bağımsızlık yanlısı Gürcistan Komünist Partisi'ne uyguladığı baskıları geç de olsa farkederek engellemeye çalışmıştı.Gürcistan meselesi ile ilgili Lev Troçki'ye ve Stalin'in hazırladığı ve sadece Ermenistan ve Azerbaycan'ın kabul ettiği Özerkleştirme Tasarısı'nın düzeltilmesi için de Kamenev'e "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Kuruluşuyla İlgili Tasarı" isimli mektubu yazmıştır. Sovyet projesinin Rusya Fedarasyonu’na katılma biçiminde değil, eşit cumhuriyetlerin birleşmesi biçiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu şekilde bir birliğin amacının diğer ulusların kapitalist emperyalizmden korunmasına da hizmet edeceği öngörülmüştür.

1921 yılındaki kıtlığın başlaması ve uzun süren iç savaş nedeniyle ülke harap düşmüştü. En büyüğü Tambov isyanı olan birçok köylü ayaklanması oldu. 1921 Mart’ında Kronstadt’da denizcilerin isyanı üzerine Lenin, savaş komünizmi politikasını sanayii ve özellikle tarımı yeniden yapılandırmak için "Yeni Ekonomi Politikası"nı düzenledi. Bu yeni politika, politik ve ekonomik gerçekliklerin tanınması üzerine inşa edilmiş ve aslında sosyalist idealden taktiksel bir geridönüştü.

Lenin, 1922 yılının Mayıs ayında geçirdği suikast girişimlerinin ve savaşın gerginliği sebebiyle ilk defa felç geçirdi. Sağ tarafı felçli kalan Lenin'nin aktif siyaset hayatı son buldu. Aynı yıl Aralık ayında geçirdiği ikinci felçten sonra durumu daha da ağırlaştı. 1923 yılında ise konuşma yeteneğini kaybetti ve yatağa bağımlı hale geldi. 1922 Nisan ayından itibaren partideki tüm yetkileri bıraktı ve eşine "Lenin'nin Vasiyeti" olarak adlandırlan yazılarını yazdırdı. Zinoviev, Kamenev, Buharin ve Stalin'i eleştirdiği bu vasiyette, merkez komitenin bu kişilere dikkat etmesi gerektiğini yazdırmıştı. Ancak bu kişiler hayatının son yıllarında Lenin'nin akli dengesinin yerinde olmadığını iddia ederek, bu mektuplara güvenilmeyeceğini belirttiler.

Vladimir Ilyich Lenin, 21 Ocak 1924'de 53 yaşında iken Gorki'de vefat etti. Ölüm sebebi olarak felç gösterildi. Ancak ölüm raporunda lenin'nin tüm doktorları bunu doğrulamadı. O zaman alınan bir kararla cesedi mumyalanacağından ciddi bir otopsi yapılamadı. Öldükten sonra cesedi mumyalanarak Moskova'da Kızıl Meydan'da "Lenin Mozolesi'ne konuldu.

Virginia Woolf

1882-1941

İngiliz yazar. 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biridir. Hem feminist hem de modernist bir yazardır. Önemli eserleri arasında A Room of One’s Own, Three Guineas, Mrs Dalloway, To The Lighthouse, Jacob’s Room, Between The Acts gibi kitapları vardır. Eşi Leonard Woolf ile Hogarth Press isimli yayınevini kurmuşlardır. Woolf, bilinç akışı tekniğiyle ün yapmıştır. Mrs. Dalloway isimli romanının üç farklı zaman diliminde 3 kadını nasıl etkilediğini anlatan 2002 tarihli The Hours adlı filmde Woolf’u ünlü aktris Nicole Kidman canlandırmıştır.

25 Şubat 1882’de Londra, İngiltere’de dünyaya geldi. Hiç okula gitmedi, evde eğitim gördü. Woolf’un aile üyeleri, İngiltere'nin seçkin entelektüellerindendi. Hepsi iyi öğrenim görmüş kişilerdi, üstlendikleri görevler önemliydi. Babası Sir Leslie Stephen editör, eleştirmen ve biyografi yazarı olarak ün yapmıştı. Görkemli kütüphanesi sayesinde kızı kendi kendini yetiştirme fırsatı bulmuştu. Özel öğretmenlerden Latince ve Klasik Yunanca dersleri alan Woolf, henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile evde Hyde Park Gate News adı altında haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Babasının Viktoryen bağları, sonraları Woolf’un edebi stilini de etkileyecekti. Sir Leslie Stephen'ın ilk eşi, ünlü romancı Thackeray'nın kızıydı. Thackeray'nın eşi akıl hastası olduğundan, Leslie Stephen'ın bu kadından olan kızı Laura, anneannesine çekmiş, yirmi yaşında bir akıl hastahanesine kapatılmıştı. Annesi Julia Prinsep Stephen ve babasının ikinci evlilikleriydi. Woolf’un öz kardeşleri Vanessa Stephen, Thoby Stephen ve Adrian Stephen dışında George Duckworth, Stella Duckworth, Gerald Duckworth, Laura Makepeace ve Stephen isimlerinde 5 kardeşi daha vardı. Büyük teyzesi Julia Cameron, birinci sınıf bir fotoğrafçıydı ve büyükbabası, amcası, üvey kardeşi ve Virginia'nın babası, şövalyelik payesi almışlardı. Teyzesi Katherine'de Cambridge'de Newham College'ın başında bulunuyordu.

Virginia Woolf'’un ailesi onun için birçok yazarın ailesinden daha önemli oldu, çünkü Woolf evde öğrenim görüyordu, bu yüzden yaşamının büyük bölümü ailesinin çevresinde döndü. Yedi tane hizmetçi, onlara yardımcı olan bir dolu yetişkin kadın ve aile üyeleriyle birlikte 22 Hyde Park Gate'teki altı katlı kalabalık bir evde yaşıyordu.

Annesinin grip nedeniyle 1895’te ani ölümü sırasında küçük Virginia 13 yaşındaydı. Bu ölüm onu derinden etkilemişti ve 2 yıl sonra sinir bozukluğuyla kendini gösteren krizlere yol açmaya başlamıştı. Yaşadığı travma ve ağır depresyon zaman zaman kendini gösteren hayali yaratıklarla konuşma ve olmayan sesleri işitme gibi halüsinasyonlara dönüşse de tüm bunlar hayatının tamamına yayılmamıştı. 1904’te babasının kaybından sonra yeni bir krizin eşiğine gelen Woolf’un gerçek yaşama dönmesi uzun zaman aldı. Bir süre sonra kardeşleri, Vanessa, Thoby ve Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra'nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınan Virginia için bu değişiklik ve yer değiştirme bir çıkış, bir kaçış oldu. Ünlü yazar bu geçiş dönemiyle ilgili sonraları şu ifadeyi kullanacaktı:

Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey başka olmak zorundaydı. Her şey denendi.

Woolf’un katı toplumsal kuralları düstur edinmiş kardeşleri George ve Gerald, babalarının ölümünden sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri üzerindeki etkilerini yitirdiler. Dolayısıyla Woolf’u topluma karşı dikkatli olmaya artık kimse zorlamamaktaydı. Miras olarak çok para kaldığı için şanslı olan kardeşler kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat, edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak fırsatı buldular. Tüm arzuları "Yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inmek” olan kardeşler, üyelerinin kayıtsız şartsız düşüncenin dürüstlüğüne inandıkları Bloomsbury isimli bir gruba katıldılar. Bu grup, insan hareket ve davranışlarında aklın önemli olduğunu savunmaktaydı. Ancak, Bloomsbury grubunda teori ve uygulamada farklılıklar göze çarpıyordu. Grup üyeleri birbirleriyle çelişmekteydiler, kişisel ve edebi çalışmalarında toplumun diğer sosyal tabakaları ile ilgilenmiyorlardı. Kendilerini üstün görmekteydiler. John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiliklerin de yer aldığı grup, cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla o dönem adından oldukça fazla biçimde söz ettirmekteydi.

Profesyonel olarak yazma işine 1905’te başlayan Woolf, Times Literary Supplement’e edebi eleştiri yazıları yazıyordu. 1906’da Thoby’nin kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı tifodan ölmesi Woolf için yeni ve başa çıkılamaz bir şok oldu. Thoby’nin ölümünden iki gün sonra ablası Vanessa’nın evlenmesiyle birlikte Virginia’ nın yaşamında birtakım değişiklikler gerçekleşti. Kardeşi Adrian’la birlikte, yine Bloomsbury yakınlarında bir eve taşınan Woolf, burada aydın çevrelerin yanı sıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemeye başladı. Bu toplantılarda açık sözlülüğü ve sivri diliyle öne çıkan Virginia Woolf, yine bu dönemde, Times Literary Supplement’in yanı sıra, aylık olarak yayınlanan “Cornhill” dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başladı.

1909’da Bloomsbury’den Lytton Strachey ile nişanlanan Woolf, bir süre sonra anlaşamadıklarını düşündüğü için Strachey’den ayrıldı. Bir yıl sonra ruhani bir çöküş daha yaşayan yazarı, uzun süredir yayınlamayı düşündüğü ilk romanı The Voyage Out için okurdan gelecek olan tepkiler çok fazla düşündürüyordu. O dönem kız kardeşi Vanessa ilk çocuğunun bakımıyla fazlasıyla meşgulken kendisi eniştesi Clive Bell’le flört ediyordu ve aslında bundan büyük rahatsızlık duyuyordu. Bir depresyon anında kendisiyle ilgili olarak "29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir 'başarısız'. Çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil" ifadelerini kullanan Woolf’a incinmişlikleri çok fazla olduğu için doktorlar tarafından yeniden bir dinlenme kürü verildi. Endişeyle yayınladığı ilk romanı Voyage Out yayınlandığında otuz üç yaşında olan Virginia Woolf’un kitabı eleştirmenler tarafından övüldü; stiliyse zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulundu.

1912’de ağabeyi Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’den sol kanat siyaset kuramcısı Leonard Woolf’ la tanışması Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktası olacaktı. Zira Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak evlenmeden önce kendisine "Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç" diye yazacaktı Virginia. Evliliklerinin ilk yıllarında, 1913’ten 1915’e kadar yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçiren Woolf, intihar girişiminde de bulunacaktı. Yaşadığı ruhsal bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun süreli oldu. Nedeni belki de, kocası Leonard'ın birçok doktorla konuştuktan sonra evliliğin çocuksuz devamına karar vermiş olmasındandı. Oysaki Virginia Woolf için hamilelik önemli bir konuydu. Bunu yaşamadığı için olayı başarısızlık olarak görüyor ve kendisini asla tam bir kadın gibi hissedemiyordu. Kendisine her türlü beyinsel uğraş yasaklanan Woolf, bir kliniğe yatırıldı. İyileşmeden geri döndüğü için kocasının onu tekrar kliniğe yatırma girişimlerine şiddetle karşı çıkan yazar, çareyi hayatına son verme girişiminde bulmuştu. Durumu düzelmeyince Woolf çifti biraz da Virginia’ya oyalanacağı bir uğraş bulmak kaygısıyla, 1917 yılında, adını yaşadıkları evden alan Hogarth Press’i kurdular. T.S.Eliot, Katherine Mansfield, E.M.Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir yer edinen yayınevi Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler sağlıyordu. Bu nedenle zaman zaman taşınması zor bir yüke dönüşse de Woolf çifti bu işi sürdürdüler.

1919 ‘da ikinci kitabı Night and Day’i yayınlayan Woolf, bu romanında alışılagelmiş kalıpları izledi. Kahramanlar, ilerleyen zaman içinde ve belirli bir olay örgüsü çerçevesinde, birbirleriyle ilişkiler kuruyorlar ve belirli çözümlere varıyorlardı. Bu iki romanın ardından Woolf’un deneyci kişiliği ön plana çıktı ve 1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişti. Bin bir izlenimden oluşan hayatı ve bu bin bir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini benimseyen Woolf, 1922 yılında yayınladığı Jacob's Room’da bu tekniği kullanmaya başladı. Aynı yıl Vita Sackville-West’le tanışan ve bir ilişki yaşamaya başlayan Woolf, kadınlara ilgisini daha önce de fark etmişti ve romanlarında bundan bahsediyordu. Bu yüzden bir klasik olan Orlando isimli romanını bir aşk mektubuyla beraber sevgilisi Vita Sackville-West'e adadı.

1925’te okuyucuyla buluşacak olan Mrs. Dalloway, yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneği olacaktı. Romanıyla ilgili yazar şu ifadeleri kullanacaktı:

Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum. Sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde en yoğun biçiminde.

Mrs. Dalloway’i 1927’de en çok beğenilen romanı olan To The Ligthouse takip etti. Çünkü bu romanıyla kendini, zamanın öbür yazarlarından ayıran üslubunu geliştirmişti ve kendi roman tekniğine uyan en uygun yapıtını vermişti.

1929’da A Room of One's Own‘u yayınlayan yazar, bu kitabında kadınların yazarlık ya da başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir oda ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini savundu. Kitaba güler yüzlülük ve yaratıcılık hakimdi. 1931’de yayınladığı The Waves’i yazarken Virginia Woolf, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü The Waves, hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir, roman ve tiyatro oyunu gibi türlerin karışımı olacaktı.

1937’de The Years’ı kaleme alan Woolf, savaştan ve onun yıkıcı etkilerinden oldukça fazla etkileniyordu. Lytton Strachey, Roger Fry, Janet Case ve Lady Ottoline Morrell’in de aralarında olduğu tüm eski dostlarını kaybeden Woolf yeni ve şiddetli bir bunalım daha yaşamaya başladı.

Bu yüzden 1939'da, II. Dünya Savaşı'nın başlamasından hemen sonra, intihar Virginia'nın çok düşündüğü bir konu olmaya başladı. Eşi Leonard Yahudi olduğu için Nazi tehlikesinden Virginia’ya oranla daha derinden etkileniyordu. Savaş artık iyice kapılarına gelmiş dayanmıştı. Londra'da Luftwaffe'nin hava saldırıları evlerinin bir bölümüyle The Hogarth Press'in bürosunu yerle bir edince Woolf çifti, büyük bir çabayla Virginia'nın babasının kütüphanesinden kalan, evlilikleri boyunca biriktirdikleri ve yayınevleri The Hogarth Press tarafından basılmış binlerce kitabı kurtarmayı başardılar.

26 Şubat 1941’de Between the Acts’i bitirdiğinde müsveddesini okuması için Leonard'a veren Woolf, son romanını yazarken sıkıntı çekmemiş, büyük bir keyifle yazmıştı. Ancak kitabı okuduktan sonra ondan hoşnutsuz olduğunu fark eden Woolf’un depresyonu iyice artmaya başlamıştı.

Artık okuyamayan, yazamayan ve aklını hepten yitireceğinden endişe eden, Woolf, 28 Mart 1941’de ölmeye hazır olduğunu hissetti. Biri kocası Leonard’a, diğeri orta yaşlarındaki partneri lezbiyen Vita Sackville-West’e olmak üzere iki veda mektubu yazan Woolf, bastonuyla Ouse ırmağına kadar yürüyüp ceplerine taş doldurdu. Kendini batırmaya yetecek kadar taşla dolduğunda Ouse ırmağının sularına gömülen Woolf, intiharında da kesin bir kararlılık göstermişti.

Vincent Van Gogh

1853-1890

Sanatıyla hayatı birbirinden ayırt edilemeyecek kadar içiçe olan, çağının sanat anlayışını altüst ederek modern resmin gerçek anlamda kurulmasına öncülük eden büyük ressam.

Vincent Willem Van Gogh, 30 Mart 1853'de Hollanda'da, Brenda'nın güneyindeki Groot-Zundert köyünde doğdu. Babası yoksul bir köy papazı, annesi Cornelia ise bir çiftçi kızıydı. Ailenin Vincent'ten başka Elizabeth, Anna ve Wil adında 3 kız ve Cor ve Theo adında 2 erkek çocuğu daha vardı.

Vincent'in çocukluğu on iki yaşına kadar köyünde, yalnızlık içinde tabiatla başbaşa geçti. 16 yaşında, önce La Hayde sonra Brüksel, üç yıl sonra da Paris'te Goupil Galerilerinin satış memuru olarak çalıştı.

Kardeşi Theo ile de bu yıllarda mektuplaşmaya başladı. 1873 yılında aynı galerinin Londra şubesine geçti fakat buradan da kısa sürede ayrılıp Paris'e taşındı. Burada da galeri yöneticileri ile yaşadığı anlaşmazlıklar sonucu kovularak tekrar 1876'da İngiltere'ye döndü. Burada düşük bir ücretle Ramsgate'te özel bir okulda öğretmenlik yaptı. Noel'de ailesinin yanına döndüğünde babası gibi rahip olma tutkusuna kapıldı ve 1877'de Amsterdam Üniverstesi'nin dinadamı yetiştirme seminerine giriş sınavına girdi ama kazanamadı ve baba evine geri döndü.

Ardından 1878'de Belçika'da Borinage madenlerinin olduğu köyde gönüllü papaz oldu. Buradaki hayatı, sefalet ve yoksulluk içinde geçmesine rağmen belkide en mutlu zamanlarıydı. Kendisini medencilerin yoksul hayatlarına adamıştı. Köylüler de ona ''Çağdaş bir İsa'' gözüyle bakıyorlardı. Resim yapma tutkusu da, kaderinin dönüm noktası olan bu yerde başladı. Kardeşi Theo'dan kağıt ve kalem istedi ve madencilerin eskizlerini yapmaya başladı.

Resim eğitimi almak isteyen Vincent, buradan ayrıldıktan sonra Brüksel'de ressam Ridden van Rappard'la dostluk kurdu ve ondan anatomi ve perspektif derleri aldı. Fakat bir süre sonra hastalanıp Etten'e ailesinin yanına geri döndü. Dinadamlığını bırakıp ressamlığı seçmesi, babasıyla arasının açılmasına neden oldu. Bu arada dul kuzeni Kee'ye aşık olan Vincent, ona evlenme teklif etti fakat reddedildi. Van Gogh, 1883 Eylül'üne kadar La Hayde'de kaldı ve ilk yağlı boya resimlerini burda yaptı.

Babası 1886 Ocak'ında ölünce Anvers'e giderek Anvers Akademisi'nde çalışmaya başladı. İki ay sonra da Paris'e kardeşi Theo'nun yanına gitti. Her türlü ihtiyacını ve resim malzemelerinin parasını Theo karşılıyordu. Kardeşinin yardımıyla Paris'te, Pissarro, Degas, Toulosse-Loutrec ve Gauguin gibi ünlü ressamlarla tanışmaya başladı. Batının sanat merkezindeydi ve bunu sonuna kadar değerlendirmeye çalışıyordu ama diğer ressamlar gibi bu çevrede yetişmemişti, acı yaşantılardan, beceriksiz insanların arasından kopup gelmişti. Kurallara itaat etmeyi değil, hayatta kalma savaşının en vahşicesini öğrenmişti. Bütün bunlar, kendisinden önceki çağlarda sağlam sanılan gelenekleri bir çırpıda yıkmasına, kuzeyin donuk, sisli ikliminde uyuklar görünen sanatının renkten alevler saçarak bir yanardağ gibi kaynamaya başlamasına yol açacaktı. İçindeki duyguların işlenmemiş saf halde ortaya çıkışları, insanları tedirgin ediyor ve ondan uzaklaşmalarına neden oluyordu. İnsanlarla olan ilişkisinde hep hayal kırıklığına uğrayan Van Gogh, içindeki coşkun insan sevgisini ve merhametini kelimelerle değil boyalarla anlatmak zorundaydı.

Paris'te canlı renkleri, sinirli ve kıvrak çizgileriyle, iki yüzü aşkın tablo yaptı.

20 Şubat 1888'de Güney Fransa'nın Arles kasabasında sarı bir binaya yerleşti ve en ünlü resimlerini burada yaptı (''Kıyıda Kayıklar'', ''Günebakan'', ''Geceleyin Kahve Manzarası''...).

1888 Ekim'inde dostu Gauguin de, daveti üzerine Van Gogh'un yanına geldi. Van Gogh, Gauguin'e büyük hayranlık duyuyordu ama başka bir insanla bu kadar içiçe yaşmaya alışık değildi ve üstelik kendini iyice içkiye vermişti. Gauguin de Van Gogh'un tutkulu kişiliğinden rahatsız olmaya başlamıştı. Van Gogh, resim yaparken, boyayı paletin üzerine değil doğrudan tüpten tuval üstüne sıkıyor ve parmaklarıyla eziyordu. Bazen de boyayı yiyor ya da yemeğinin içine sıkıyordu.

Bir gece elindeki ustura ile Gauguin'i ölümle tehdit etti ve atölyesine gidip kendi kulağını kesti. Bir rivayete göre kestiği kulağını genelevde çalışan bir kadına hediye etti. Bu olay üzerine Theo, onu iki haftalığına Arles Hastanesi'ne yatırdı. 1890 başında evine dönerek kendi kesik kulaklı portresini yaptıysa da, kısa süre sonra yine hayaller görmeye başladı ve aynı hasteneye kaldırıldı. İki ay sonra da kendi isteği ile Saint Remy Akıl Hastnesine yattı.

Bu dönemi sanatı için oldukça verimli oldu.

27 Temmuz 1890'da tarlalarda resim yaparken bir akşam üzeri tabancasıyla kendini karnından vurdu.Theo hemen Auvers'e geldi fakat Van Gogh, tedavi edilmek istemedi ve 2 gün sonra kardeşinin kulağına ''sefalet asla bitmeyecek'' diyerek son sözünü fısıldadıktan sonra öldü.

37 yaşında ölen Van Gogh'un sanatı, çağdaş resim anlayışının yaratılmasında başlıca rölü oynamış, böylece kendisinden önceki çağların sağlam sanılan, doğa resminde, yansıtılmasına sıkı skıya bağlı resim geleneklerine de en etkili darbeyi indirmiştir.

Van Gogh'un iç dünyasını anladığımız Theo'ya yazdığı mektuplarından birindeki şu sözleri, sanat anlayışını açık seçik ortaya koymaktadır: ''Ben, gözlerimin önünde olanı olduğu gibi vermekten çok, boyayı kendime göre bir amaçla, anlatmak istediğimi daha bir kuvvetle dile getirmek için kullanıyorum.''

Vildan Atasever

Kadın İsterse adlı diziyle üne kavuşan Altın Portakal Ödülü sahibi genç oyuncu.

Vildan Atasever, 26 Temmuz 1981'de Bursa'da doğdu. Babası narkotikte komiser, annesi ise ev hanımı olan Vildan Atasever'in 4 kardeşi daha bulunmaktadır. Bahçelievler Gürsoy Koleji'nde ortaöğretimine başladıktan bir süre sonra buradan ayrılıp Cihangir Koleji'ne geçti. Ünlü bir oyuncu olma isteği de bu yıllara dayanıyordu. Lise'den sonra Açıköğretim'e gittiği yıllarda radyoda DJ'lik ve Best Tv'de VJ'lik yaptı. Tanınması dönemin ünlü internet sitesi chivi.com'da web kızı olmasıyla başladı.

Tiyatrocu Çetin Etili ile tanışmasıyla tiyatroya adım attı. Kurtlar Vadisi adlı dizisinde Nazlı Bekiroğlu karakteri ile televizyon dünyasından tanındı. Bu dizide Hüsrev Ağa'nın uyuşturucu bağımlısı kızını canlandırdı. Role çalışmak için babasından yardım alan Vildan Atasever, UMATEM'de bağımlılarla birlikte zaman geçirerek hem onlara destek oluyor hem de rolü için hazırlık çalışması yapıyordu. Büyük çıkış yapması Kadın İsterse adlı dizide Hülya Avşar'ın kızı "Buket" rolüyle oldu. Ardından Azize, Plajda Kız Tavlama Klavuzu, Kader ve Yaralı Yürek adlı yapımlarda görev aldı.

Sinema dünyasında çıkışı ona Altın Portakal kazandıran İki Genç Kız adlı film ile oldu. Filmde canlandırdığı sınıf atlamaya hevesli genç kız rolü ile 42. Antalya Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü"nü aldı. Bu noktaya gelmesinde bu filmde de birlikte çalıştığı Hülya Avşar'ın büyük katkısı olduğunu söylemektedir.

Gazateci Taylan Kılınç ile evli olan Vildan Atasever, başrollerini Fikret Kuşkan, Nejat İşler, Mehmet Günsür, Erkan Can ve Melisa Sözen'in paylaştığı Bıçak Sırtı adlı dizide rol almakta.

Vicki Van Meter

1982-2008

A.B.D.’yi bir uçtan öteki uca sadece 11 yaşındayken kendi kullandığı bir uçakla geçerek tarihin en genç kadın pilotlarından birisi olan A.B.D.’li havacı. 12 yaşındayken Atlantik Okyanusu’nu aşmayı başaran genç pilot, Kadınlar ve Uçuş; Kadın Pilotların Portleri adlı belgesele konu olmuştur.

Victoria L. Van Meter, 13 Mart 1982 tarihinde, Meadville, Pennsylvania, A.B.D.’de dünyaya geldi. Genç yaşlarda uçuş eğitimlerine başlayan Meter, ilk olarak 1992 yılında, henüz on yaşındayken ilk uçuşunu gerçekleştirdi.

1993 yılının Ağustos ayında, Cessna 172 model dört kişilik, tek motorlu bir sivil uçakla Maine-Sand Diego arasında kesintisiz bir uçuş yaparak A.B.D.’yi bir uçtan ötekin kat ederek ülke çapında büyük bir üne kavuştu. Bundan bir yıl sonra, 1994 yılında, henüz 14 yaşındayken Cessna 210 model bir uçakla A.B.D. ile İskoçya arasında kesintisiz bir uçuş gerçekleştirdi ve kıtalar arası uçuş yaparak Atlantik’i geçen en genç kadın pilot ünvanını kazandı.

Bu başarıları, Meter’a büyük bir uluslararası ün getirdi. T.V. programlarında gözüken ve Beyaz Saray’da A.B.D. Başkanı tarafından kabul edilen genç pilot, 2003 yılında, Kadınlar ve Uçuş; Kadın Pilotların Portleri adlı sergide yer aldı.

1996 yılında, kendisi gibi genç bir pilot olan Jessica Dubroff’un rekor denemesi sonucunda uçağını düşürmesi, babası ve eğitmeni ile beraber vefat etmesi sonucunda A.B.D.’de uçuş için gerekli eğitimi ve yasal yaşı tamamlamamış olan genç pilot adaylarının rekor uçuşlarında bulunması çıkartılan yasayla yasaklandı. Bu yasak sonucunda, Van Meter’ın rekorunun kırılamayacağı kesinleşmiş oldu.

Yasal gereklilikleri tamamlayana kadar uçması yasaklanan Meter, lise eğitimini tamamlamasının ardından, Edinbro Üniversitesi’ne kayıt oldu. Üniversitenin kriminal adalet bölümünden yüksek bir derece ile mezun olan Meter, Peace Corps (Barış Gücü)’ne gönüllü olarak katılarak Moldovya’da görev aldı.

Van Meter, 15 Mart 2008 tarihinde, Meadville, A.B.D.’de bulunan evinde, ölü olarak bulundu. Adli inceleme sonucunda tabanca ile intihar ettiği açıklanan Meter, henüz 26 yaşındaydı.

Vecihi Hürkuş

1896-1969

Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan mühendis ve pilot. I. Dünya Savaşı’nda ilk düşman uçağını düşüren Türk pilot olan Vecihi Hürkuş, kendi adını taşıyan uçakları üreterek ilk Türk uçak tasarımcısı ve yapımcısı olmuş, Türkiye’deki ilk uçuş okulunu kurmuş, ilk kadın pilotu eğitmiş ve de ilk Türk sivil havacılık okulunun kurucusu olmuştur.

Vecihi Hürkuş, 6 Ocak 1896 tarihinde, İstanbul’da dünyaya geldi. Üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olan Hürkuş’un babası Gümrük Müfettişi Faham Bey annesi Zeliha Niyir Hanım’dı. Genç yaşta babasının vefatı üzerine annesi tarafından yetiştirildi.

İlk ve orta dereceli eğitimini tamamladıktan sonra, Tophane Sanat Okulu’nda güzel sanatlar eğitimi aldı ve bu okulu başarıyla bitirdi. Gönüllü olarak Balkan Savaşı’na katılan Hürkuş, daha sonra I. Dünya Savaşı’nda, Bağdat cephesinde uçak mühendisi olarak görev yaptı.

1917 yılında, Kafkas Cephesi’nde görev yaptığı sırada bir Rus uçağını düşürerek düşman uçağını düşüren ilk Türk pilotu ünvanını aldı. Savaşta yaralanarak Rus’lara esir düşmesine rağmen, kaçmayı başardı ve ülkesine geri döndü.

Kurtuluş Savaşı’na gönüllü olarak katılan Hürkuş, başarılı keşif uçuşlarının yanı sıra bir Yunan uçağını da düşürmeyi başardı ve İzmir hava alanına inerek burayı işgalden geri aldı. Bu başarılar, T.B.M.M. tarafından İstiklal Madalyası ve de üç ayrı Tasdikname ile ödüllendirmesi sonucunu doğurdu; T.C. tarihi içerisinde üç Tasdikname ile ödüllendirilen ilk ve tek insan Vecihi Hürkuş oldu.

Edirne’ye kazayla düşen bir düşma uçağına adının verilmesi üzerine uçak yapma fikri aklına takılan Hürkuş, ilk Türk yapımı uçak olan Vecihi K VI’ı imal etti ve ilk uçuşunu 28 Ocak 1925 tarihinde yaptı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yönlendirmesiyle kurulan Türk Tayyare Cemiyeti'ne katılan Hürkuş, 1931 yılında, T.T.C. adına ilk Türkiye turunu düzenledi; bunu aynı yılın sonlarında yapılan ve Ankara, Konya, İzmit, İstanbul gibi pek çok şehri kapsayan ikinci uçak turu izledi.

21 Nisan 1932 tarihinde, Sivil Tayyare Mektebi’ni kuran Vecihi Hürkuş, bu mektebe Türkiye’nin ilk kadın pilotları olacak olan iki kız öğrenci dahil 12 adet öğrenci aldı ve eğitim uçuşları için 1933 tarihinde, Nuri Demirağ tarafından finanse edilen Vecihi K-XVI adlı uçağı tasarladı.

Türkiye’nin ilk sivil hava yolu şirketi olan Hürkuş Hava Yolları’nı 29 Kasım 1954 yılında kuran Vecihi Hürkuş, T.H.Y.’nin elden çıkarttığı uçakları alıp onararak filosunu kurdu fakat uçaklarına düzenlenen sabotajlar, uçuşlarının gerekçesiz yere iptal edilmesi gibi sebeplerden dolayı bu projesini verimli bir şekilde hayata geçiremedi.

Hayatının son yıllarını büyük maddi sıkıntılar arasında geçiren başarılı pilot, 16 Temmuz 1969 tarihinde, geçirdiği beyin kanaması nedeniyle yatırıldığı Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastahanesi’nde vefat etti.

Türk havacılık tarihinin pek çok ilkine imza atmış olan ve 1916-1967 yılları arasında yaptığı 30.000 saatlik uçuşla bu alanda kırılması zor bir rekora imza atan Vecihi Hürkuş, 102 farklı model savaş ve sivil uçakla uçuş yaparak inanılması güç bir rekora da imza atmıştır.

Valentino Rossi

Valentino Rossi, 1979 doğumlu İtalyan profosyonel motorsiklet yarışçısı. 5'i Moto GP 1. Kategoride olmak üzere 7 kez Dünya Şampiyonu (1997, 1999, 2001, 2002, 2003, 2004, 2005) olan Rossi, 2006 yılındaysa şampiyonluğu kılpayı kaybetti. Tüm zamanların en iyi motorsiklet yarışçılarından biri olarak gösterilen 'doktor' lakaplı yarışçı, Sports Illustrated dergisine göre yıllık 30 milyon dolarlık kazancıyla birlikte, dünyanın en iyi sporcuları arasında 7. sırada.

Valentino Rossi, 1979 yılında İtalya’da Urbino, Marche’de dünyaya geldi. Tavullia’da büyüyen Rossi, eski bir motorsiklet yarışçısı olan Graziano Rossi’nin oğluydu ve ilk kez 2 yaşındayken motorsiklete bindi. Yarış sevdası ise go-kart ile başladı. Annesi Stefania oğlunun zarar göreceğini düşündüğü için babasına yavaş bir go-kart aracı yapması konusunda ısrar etmişti. Yine de daha hızlı gitmek istemesi üzerine, Rossi 5 yaşındayken babası 60cc lik kart motorunu 100cc lik motor ile değiştirdi.

İlkokuldayken gitar çalmaya ve futbol oynamaya da ilgi duyan Rossi’nin annesi, onun bir futbol okuluna gitmesini çok istedi. Oysa pitler ve motor yarışları onun daha fazla ilgisini çekiyordu. Graziano, junior kart lisansı almak isteyen 9 yaşındaki oğlu için evraklarda değişiklik yapmaya bile kalkıştı çünkü lisans almak için yaş sınırı 10 ‘du, fakat başaramadı. Valentino, 1990 yılında bölgesel kart şampiyonluğunu kazandı ve 1991 yılı sonlarına kadar Minimoto yarışlarında 16 bölgesel şampiyonluk elde etti. Yine de Minimoto onun için eğlence amaçlıydı ve go-kart yarışlarına devam etti. Parma’da yapılan Ulusal Kart Yarışları’nda 5. oldu. Valentino’nun gözü ona Formula 1 yolunu açacak olan Italian 100cc yarışlarındaydı fakat finansal yetersizlikler yüzünden 1992 ve 1993 boyunca Minimoto yarışlarıyla devam etti.

Rossi 1993’de Cagiva’da yapılan İtalya Şampiyonası’na katıldı. Bu yarış 125 cc kategorisinde katıldığı ilk yarıştı ve ertesi yıl şampiyonanın birincisi oldu. Yeteneği Aprilia tarafından keşfedilen Rossi, Avrupa 125cc Şampiyonası’nda onların sürücüsü olarak yarıştı ve sezonu 3. olarak tamamladı. Aynı sene, 1995’de ikinci defa İtalya Şampiyonası’nı kazandı. 1996 yılı ise Rossi’nin Dünya Şampiyonası’na katılmasına şahit oldu. Scuderia AGV takımında Aprilla motoruyla yarışan Rossi, ilk olarak Malezya’da yarıştı. Aynı sezon ilk zaferini Çek Cumhuriyeti’nde kazandı ve bu şampiyonadaki ilk sezonunu 11. sırada tamamladı. İkinci sezonunda Nastro Azzurro Aprilia Takımında yarıştı ve bu kez sezon boyunca 11 yarış kazanarak 125cc kategorisinde Dünya Şampiyonu oldu. Rossi aynı zamanda bunu gerçekleştiren en genç yarışçıydı.

Nastro Azzurro Aprilia takımıyla devam kararı alan Rossi, 1998’de 250cc kategorisinde yarışmaya başladı. Bu kategorideki ilk sezonunu 2. olarak tamamladı ve 5 yarış zaferi elde etti. 1999 sezonunda ise kazandığı 9 yarış ve topladığı 309 puanla şampiyonluk onun oldu. Ayrıca Rossi, bir kez daha bu kategoride şampiyon olmuş en genç sürücü ünvanını aldı. 2000'de Royal Class 500 cc'ye geçen Rossi, aynı zamanda takımı Nastro Azzurro ile birlikte Honda ile anlaştı. Daha önce de olduğu gibi yeni klasmanındaki ilk sezonunu 2. olarak bitiren Rossi, 209 puan topladı ve 2 yarış zaferi kazandı. 2001’de ise 11 yarış kazanarak 325 puanla yeniden şampiyon oldu. Rossi kariyerinin bu noktasında, tüm zamanların en iyi Moto GP sürücüsü olacağını belli etmişti.

Valentino Rossi 2002 Moto GP Şampiyonası’nda 11 yarış birinciliğiyle fırtına estirdi. Şampiyon olmasının yanısıra Honda’nın yeni motorsikleti RC211V ile kazanan ilk şampiyon oldu. 2003’de de aynı başarısını devam ettirdi ve Honda takımıyla üstü üste ikinci kez şampiyon olmayı başardı. Sezon sonunda Yamaha takımına geçmesi motorsiklet dünyasını şaşırttı ve rakipleri bu durumu bir fırsat olarak görmelerine rağmen, Rossi 2004’te de inanılmaz performanslarına Yamaha takımında devam etti. Valentino Rossi sezonun ilk yarışında 1. oldu ve iki farklı motorla arka arkaya yarış kazanmasından dolayı, Moto GP tarihinde bunu gerçekleştiren 2. isim olarak tarihe geçti. Sezon sonundaysa kazandığı 9 yarışla, Yamaha adına yarışan diğer tüm sürücülerin aldığı puanların toplamından daha çok puan elde etti ve 2004 Moto GP Şampiyonu oldu. Rossi aynı zamanda Yamaha tarihinde Eddie Lawson ve Wayne Rainey’nin elinde tuttuğu, bir sezon boyunca kazanılan 7 zaferlik rekoru da kırmış oldu.

2005 sezonundaysa kazandığı 11 yarış ile yeniden Moto Gp şampiyonu olan Rossi, şampiyonanın Türkiye ayağında 2. oldu. Sezon boyunca üç kere ikinci, iki kere de üçüncü olan Rossi, Japonya’daki yarışı ise bitiremedi. Birkaç ay içinde 5. şampiyonluğu garantileyen Rossi, Malezya yarışında kazandığı 2.likle şampiyonluğunu ilan etti. Rossi’den önce sadece iki yarışçı; Giacomo Agostini ve Mick Doohan, Dünya Motorsiklet Şampiyonası 1. Kategoride 5 şampiyonluğa sahipti. 2005 boyunca Ferrari takımıyla yaptığı test sürüşlerinde hızlı tur zamanları elde eden Rossi, Formula 1’i düşünse de sonunda Moto Gp’de kalmaya karar verdi. Bununla ilgili olarak: 'Önümüzdeki seneyi düşünecek olursak Yamaha ile iyiyim ama geleceği düşünecek olursak ne olur bilmiyorum.' demişti.

Rossi, 2006 sezonuna Yamaha ile devam ederken sponsorunu ise Camel olarak değiştirdi. Sezon öncesinde iyi geçen test sürüşlerine rağmen, 2006 sezonu beklediği gibi olmadı. Sezonun ilk yarışında diğer bir sürücü olan Toni Elias’ın ilk virajda kendisine çarpmasıyla, Jerez’de yapılan yarışı ancak 14. sırada tamamlayabildi. Bu Rossi’nin zaferle başlayamadığı ilk Moto GP sezonu oldu. Sezon boyunca da sadece 5 kez birincilik kazanan Rossi, Türkiye’de yapılan yarışta bu kez 4. oldu. Sezon sonunda Valencia’da 13. sırada tamamladığı yarış sonunda şampiyonluğu, yarışı 3. olarak tamamlayan Nicky Hayden’a kaptırdı.

Genel olarak Londra'da yaşayan ve büyük bir popülariteye sahip olan Rossi’nin, motoruna her zaman aynı taraftan binmek ve yarıştan bir önceki gece motorunun yanında uyumak gibi batıl inançları var. Yamaha ile kontratı 2008 yılına kadar devam edecek olan Rossi’nin Formula 1’e geçip geçmeyeceği ise merak konusu olmaya devam ediyor.

Vahdettin VI. Mehmet

1861-1926

Osmanlı padişahlarının otuz altıncısı ve sonuncusu olan Sultan Vahdettin, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla ülkeden sürüldü. Böylece Osmanlı Hanedanlığı'nın padişahlık yapmış son üyesi oldu.

Sultan Mehmet VI. Vahdettin, 2 Şubat 1861'de İstanbul'da doğdu. Sultan Abdülmecit'in Gülüstu Hanım'dan olan en küçük oğludur. Amcasının oğlu Veliaht Yusuf İzzettin Efendi'nin intiharı üzerine tek veliaht kaldı. Mehmet V. Reşat'ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918'de Osmanlı tahtına çıktı. Ülkenin karmaşık bir süreçde olduğu bu dönemde tahta çıkmakda isteksiz davranıyordu.

Sultan Vahdettin tahta çıktığında I. Dünya Savaşı devam etmekteydi ve müttefiki Almanya'nın savaşı kaybettiği kesinleşmişti. İktidardaki İttihat ve Terakki Partisi istifa etti. Sultan Vahdettin'in isteği ile 14 Ekim 1918'de Ahmet İzzet Paşa Hükümeti kuruldu. Hükümetin kurulmasından bu kadar aceleci davranılmasının sebebi 27 Ekim'de Mondros Ateşkesi'ni meclisten geçirebilmekti. Görüşme için Limni Adası seçildi. 27 Ekim'de başalayn görüşmeler sonucunda 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. 25 maddeden oluşan antlaşmaya göre Çanakkale ve İstanbul Boğazları tüm gemilere açılacak, Osmanlı orduları terhis edilerek orduya ait tüm cephane, silah ve donanmaya ait gemiler İtilaf Devletlerine teslim edilecekti.

Limanlar, tüneller, demiryolları ve telsiz-telgraf istasyonları İtilaf Devletlerince kontrol altında tutulacaktı. Antlaşmanın en ağır maddelerinden biri İtilaf Devletlerinin güvenliklerini tehlikede gördükleri yerleri işgal etmelerini sağlayan 7. madde idi. Bu maddenin yanında Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis'te karışıklık çıkması halinde İtilaf Devletlerince işgal edilebilmesini sağlayan bir başka madde daha bulunmaktaydı. Osmanlı ordusu savaş öncesindeki sınırlara çekilmişti.

Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan kısa bir süre sonra İtilaf Devletleri Anadolu'da birçok yeri işgal etmeye başladı. 3 Kasım 1918'de Musul ve İskenderun'a asker çıkaran İngilizler, bir yıl içinde Urfa, Antep, Maraş ve Adana'yı işgal ettiler. Yine bu işgaller devam ederken Fransızlar İngilizlerle anlaşarak bu bölgeleri kendileri aldılar. Bundan Kısa bir süre sonra 13 Kasım 1918'de İtilaf donanması İstanbul'a gelerek Boğazları kontrolu altına aldı.

İstanbul'un kontrol altında bulunmasından dolayı 16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a gitmekle görevlendirildi. 22 Haziran'da Amasya Genelgesi'ni yayınlayan Mustafa Kemal itilaf Devletleri'ne karşı olan direnişin kişisel bir direniş olmaktan çıkarıp, Milli bir direnişe dönüştürdü.

Bu sırada Sultan Vahdettin, ittihatçılarla işbirliği içinde bulunduğundan şüphelendiği için Ahmet İzzet Paşa'yı istifaya zorlayınca 11 Kasım 1918'de Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. 23 Kasım 1918'de Sultan Vahdettin mebuslar meclisini feshetti. Sadrazamlığa Damat Ferit Paşa'yı atadı. Anadolu'da işgallere karşı düzensiz de olsa Kuva-i Milliye ordusu kurulmuştu.

Son Osmanlı Mebuslar meclisi 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı ve hemen ardından 28 Ocak 1920'de Misak-ı Milli'yi kabul ettiler. 16 Mart 1920'de İstanbul, İtilaf Devletlerinin kontrolü altına girdi. İtilaf Devletlerinin askerleri İstanbul sokaklarında istedikleri gibi adam tutuklama ve cezalandırmaya başladı.

Ardından 1920 yılında sırayla 18 Haziran'da Zonguldak Fransızlar; 24 Haziran'da Alaşehir, 30 Haziran'da Balıkesir, 1 Temmuz'da Edremit, 2 Temmuz'da Bandırma, Mudanya, Karacabey, 8 Temmuz'da Bursa, 20 Temmuz'da Tekirdağ, 25 Temmuz'da Edirne, 26 Temmuz'da Kırklareli Yunanlılar; 6 Temmuz'da İzmit İngilizler tarafından işgal edildi.

Osmanlı Devleti'nin bütün toprakları yavaş yavaş işgal altına alınırken 11 Nisan'da dağıtılan Mebuslar Meclisi, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi adıyla açıldı. Ardından başlayan Kurtuluş Şavaşı'nda 10 Ocak 1921'de I. İnönü, 13 Eylül 1921'de Sakarya Meydan Savaşı ve 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın kazanılmasıyla İtilaf Devletleri yurttan uzaklaştırıldı. 9 Eylül 1922 İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile savaş sona ermiş oldu. 6 Ekim'de Refet Paşa'nın komutasındaki birlik İstanbul'a girdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922'de çıkardığı kanun ile saltanatlık sona erdi. 17 Kasım sabahı Sultan Vahdettin oğlu Ertuğrul ve harem mensuplarıyla dolmabahce-sarayi'ndan kalkan bir kayık ile bir İngiliz zırhlısına iltica etti.

İngiltere'ye girmesi kabul edilmediği için Vahdettin bir süre Malta'da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923 tarihine kadar Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı. Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında Mısır kraliyet ailesinden bir prensin maddi yardımıyla kiralanan bir villaya taşındı.

Son yılları parasal sıkıntılar ve sağlık sorunlarıyla geçti. 15 Mayıs 1926'da San Remo'da kalp yetmezliğinden dolayı 65 yaşında vefat etti. Cenazesi Şam kentine nakledilerek bu şehirdeki Sultan Selim Camii bahçesine defnedildi.

Ümit Sayın

Türk Pop Müziği'nde birçok başarılı parçaya imza atmış müzisyen, beste ve söz yazarı.

Ümit Sayın, 26 Nisan 1970'de İzmir'de doğdu. İlk ve orta öğremini İzmir'de tamamladıktan sonra Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi İktisat Bölümü'nde eğitimine devam etti. Ancak müzik kariyeri için daha sonra bu bölümü yarıda bıraktı.

Ümit Sayın'nın hayatını değiştiren olay 1990 yılında Sezen Aksu'nun İzmir'de verdiği bir konser sırasında değişti. Sahneye çıkarak Sezen Aksu'ya bir parçada eşlik eden Ümit Sayın, daha sonra ünlü sanatçıdan vokalisti olması için teklif aldı. İstanbul'a geldikten sonra bir süre Timur Selçuk'tan klasik gitar eğitimi aldı. Fuat Güner'in stüdyosunda 2 yıl çalışan sanatçı, 1991 yılında ilk bestelerini yapmaya başladı. Bu arada bazı stüdyo vokalleri ve reklam müzikleri için çalıştı.

Stüdyoda vokal ve reklam müziği çalışmaları sırasında tanıştığı Ozan Çolakoğlu daha sonra birçok projede yer aldı. 1992 yılında Harun Kolçak ve Sezen Aksu'ya vokalistlik yapan Ümit Sayın, aynı dönem Deniz Arcak'ı şöhrete kavuşturan "Zehir Ettin" ve "Vurur" adlı parçaların söz ve müziklerini yazdı. 1993 yılında Ajda Pekkan'a vokalistlik yapmaya başladı. Aynı yıl Emel Müftüoğlu, Leman Sam, Hakan Peker, Seden Gürel ve Burak Kut için söz ve besteler yaptı.

1994 yılında Tarkan'ın "A Acayipsin" adlı albümünde yer alan "Dön Bebeğim" ve "Gitme" adlı parçalarını yazdı. İzel, Yeşim Salkım'ın albümlerindeki parçalardan bazıları ve Pınar Aylin'nin çıkış yaptığı "Sen Gidip De" adlı parçalar da yine sanatçıya aittir.

1994-1995 yılları arasında Tarkan'a vokalistlik yaptığı dönemde kendi albüm çalışmalarına başladı. 1996 yılında "Hicran" adlı ilk albümünü piyasaya çıkardı. Albümde yakın arkadaşı olan Ozan Çolakoğlu ile çalıştı. 1997 ve 1998 yıllarında Aşkın Nur Yengi, Deniz Seki, Asya, Bengü, Gökhan Tepe ve Zeynep Dizdar için birçok beste ve söz çalışması yaptı.

1998 yılında babasını kaybettikten sonra 1999 yılında ikinci albümü "Ben Tabi Ki" müzik marketlerdeki yerini aldı. 2000 yılında İstanbul Plak ile olan anlaşmasını bitiren sanatçı, bu dönem bestelerinin hakları için Sony Müzik ile anlaştı. 2004 yılına kadar müziğe ara verdikten sonra dönüş yaparak "Mai" albümünü yayınladı.

Üzeyir Garih

1929-2001

Hain bir saldırı sonucunda öldürülmüş olan işadamı ve gazete yazarı.

1929’da İstanbul’da doğdu. 1951 yılında İ.T.Ü.’den Makina Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. 1954 yılına kadar Carrier Corp. Türkiye Şubesi’nde Tesisat Mühendisliği görevini sürdürerek bu konuda ihtisas sahibi oldu. 1954 yılında İshak Alaton’un teklifi ile iki kişilik Alarko Kollektif Şirketi’nin eş ortağı olarak faaliyete başladı. O tarihten beri gün geçtikçe gelişen ve bir holding hüviyetini kazanan Alarko Şirketler Topluluğu’nda İshak Alaton’la birlikte Başkanlık görevini aralıksız olarak sürdürmüştür.

Üzeyir Garih, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren çok sayıda şirketin yer aldığı Alarko Holding'in Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyordu. Üzeyir Garih, DEİK Yönetim Kurulu, İstanbul Sanayi Odası Meclis Üyesi, Türk-Belçika Konseyi Başkanı, Türk-Kanada Konseyi 2. Başkanı, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Üyesi'ydi. Garih, MESS, SİSAV, Loyd Vakfı, Turizm Yatırımcıları Derneği'nde de görevler üstlenmişti.

Özellikle yönetim ve organizasyon ve ekonomi ile ilgili yazıları Turkish Daily News ve Akşam gazetelerinde haftalık ve ayrıca Babıali Dergisinde aylık periyotlarla yayınlanmakta olan Üzeyir Garih’in önde gelen hobisi, gençlerin eğitimi ile uğraşmaktır. Ayrıca "Deneyimlerim" adlı 5 cilt, "İş Hayatımdan Kesitler" adlı 1 cilt ve ayrıca Hayat Yayınlarının yayınladığı 8 cilt kitabın yazarıdır.

Aynı zamanda Yeditepe Üniversitesi MBA programında organizasyon konusunda ders vermiştir.

1984 yılında İ.T.Ü.’den Fahri Doktor ünvanı ile taltif edilmiş ve 1990 yılında Filipinler Cumhuriyeti İstanbul Fahri Başkonsolosu görevini yüklenmiştir.

Üzeyir Garih 25 Ağustos 2001 günü Yener Yermez adlı katil tarafından Eyüp Mezarlığı'nda öldürüldü. Cinayet zanlısı Yermez, polisin sıkı araştırmaları ve takipleri sonucunda, 10 gün sonra yakalandı ve hapse gönderildi.

Evli, iki çocuk babası ve 6 torun sahibi olan Üzeyir Garih, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilmekteydi.

Ümit Gürses

Emekli Tuğgeneral ve TEMA Vakfı Genel Müdürü.

Ümit Y. Gürses, 1940 yılında Artvin kökenli bir aileden Ardahan'da doğdu. 1960 yılından Kara Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, 1974 yılında Kara Harp Akademisi, ardından da 1976 yılında ise Milli Güvenlik ve Silahlı Kuvvetler Akademisinden mezun oldu.

Çeşitli birlik ve karargahlarda komutan ve Karargah Subayı olarak görev yapmış olan Gürses, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatına katılmıştı. 1979 yılında Belçika'da NATO karargahında çalışmaya başladı. Daha sonra 1982 - 1985 yıllarında Sofya'da Askeri Ataşe olarak görev yaptı.

1991 yılında Tuğgeneral Rütbesinde iken kadrosuzluk nedeniyle emekli olan Gürses, halen TEMA Vakfı Genel Müdürüdür.

Ümit Besen

"Okul Yolunda", Vururum Seni", "Unutursun Diye", "Islak Mendil", "I Love You" ve "Nikah Masası" gibi Türk Taverna Müziği'nin unutulmaz parçalarına imza atmış beste ve söz yazarı, yorumcu.

Ümit Besen, 14 Ekim 1956'da Osmaniye'de doğdu. Henüz ilkokula giderken müziğe olan yeteneğini keşfetti. Küçük yaşta melodika çalmaya başlayan sanatçı daha sonraki yıllarda akordiyon ve org çalmaya başladı. Profesyonel müzik yaşamına lise yıllarında kurduğu Tayfunlar Orkestrası ile başladı. Okul yaşamının müzik kariyerine engel olmasından dolayı okulu bıraktı.

1976 yılında askerlik görevi için gittiği Kütahya'da orduevinde çaldı. Buradabir generalin onu beğenmesi üzerine Zonguldak Orduevine nakledildi. Askerliği bittikten sonra Adana Çukurca Kulubü'nde şarkı söylerken milli futbolcu Metin Oktay tarafından keşfedildi.

Metin Oktay'ın yardımları sayesinde İstanbul'a gelen sanatçı, Tarabya'da Köşem Bistro'da as sanatçı olarak çalmaya başladı. Plakçı olan hemşerisi Hüseyin Emre tarafından beğenilmesi üzerine ilk albüm çalışmasını yaptı. Duygulu parçaları ve herkese hitap eden tarzı ile kısa sürede yükseldi. 13 filmde oynayan sanatçının satış rekorları kırmış 30'a yakın albümü bulunmaktadır. Korsan müzik piyasası ile mücadele eden Ümit Besen, albümleri en çok el altından yasadışı satılan müzisyenlerden biridir.

Hakkında Bilgi - Teknoloji Hakkında Bilgi, Sağlık Hakkında Bilgi, Eğitim Hakkında Bilgi,Kültür Hakkında Bilgi, Sanat Hakkında Bilgi, Din Hakkında Bilgi, Türkiye Hakkında Bilgi, Yaşam Hakkında Bilgi, Bilim Hakkında Bilgi ve Hakkında Bilgi aradığınız birçok şeyi bulabileceğiniz blog sitesi..